Blog Son Yayınlar

Ceza Hukuku, MAKALELER & MAHKEME KARARLARI
By Av. Mustafa Kemal Batur / 26 Ekim 2020

Stokçuluk ve Fahiş Fiyatın Hukuki Değerlendirmesi

  17.04.2020 tarihli Resmî Gazetede yayınlanan 7244 Sayılı Kanun uyarınca, 6585 Sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkındaki Kanuna ek madde eklenerek, fahiş fiyat uygulamasının tespit edilmesi halinde idari para cezası uygulanacağı kararlaştırılmıştır. 6585 Sayılı Kanun, perakende işletmelerin açılış ve faaliyete geçiş işlemlerinin kolaylaştırılması, perakende ticaretin serbest piyasa ortamında etkin ve sürdürülebilir rekabet şartlarına göre yapılması, tüketicinin korunması, işletmelerin dengeli bir şekilde büyüme ve gelişmesinin sağlanması amacıyla düzenlenmiştir. Nitekim, koronavirüsün sebebiyet vermiş olduğu bu olağanüstü dönemde, üreticinin ve alıcının korunması amacıyla fahiş fiyat artışının önüne geçilmek istenmektedir. ‘’Üretici, tedarikçi ve perakende işletmeler tarafından bir mal veya hizmetin satış fiyatında fahiş artış yapılamaz.’’ ifadesi ile bu hususa ilişkin amir hüküm getirilmiştir.    Dolayısıyla, Ticaret Bakanlığı tarafından belirlenen kurul ile üreticinin, tedarikçinin ve perakendeci işletmelerin mal veya hizmetlere ilişkin denetiminin yapılacağı duyurulmuştur. Buna istinaden, 28.05.2020 tarihli Resmî Gazetede ’de yayımlanan Haksız Fiyat Değerlendirme Kurulu Yönetmeliğinde; olağanüstü hâl, afet ve ekonomik dalgalanma dönemleri ile diğer acil durumlarda faaliyet gösterecek olan kurulun, üreticilerin ve perakendecilerin fahiş fiyat artışı ve stokçuluk uygulamalarının denetleyeceği usuller belirlenmiştir.    Dünya genelinde koronavirüsün sebep olduğu pandemi süreci her ne kadar ülkemizde olağanüstü hâl olarak ilan edilmemiş ise dahi, birçok kurum ve kuruluş ile insanların faaliyetlerini askıya alması, alışveriş merkezleri, restoran, kafe, bar vb. birçok hizmet sektöründe faaliyet gösteren işletmelerin kapalı olması, bunun yanı sıra eğitim ve öğretiminin internet üzerinden sağlama yoluna geçilmesi gibi haller ile esasen ülkece olağanüstü halin yaşandığı bir durumdan geçilmiştir. Nitekim, hizmet sektörüne ait birçok kurum ve işletmenin kapalı olması gibi nedenlerden alternatif seçeneklerin olmamasına değin uzanan değişkenler ile bazı üretici, tedarikçi gibi hizmet vermeye devam eden yerlerde anormal bir fiyat artışının olduğu gözlemlenmiştir. Tıbbi malzemeye duyulan ihtiyaç sebebiyle yaygın olarak fiyat artışları bu ürünlerde görülmüş; maske, dezenfektan vb. gibi malzemelere arz ve talep denklemi dışında fahiş fiyat artışları uygulanmıştır. Bilhassa, tedarik zincirini zedeleyici ve ekonomik dengeyi bozucu stok faaliyetlerinin önüne geçilmek istenmesi ile yapılan düzenleme ile üreticinin korunması ve karaborsa faaliyetlerinin önüne geçilmesinin hedeflendiği görülmektedir.    Bahse konu düzenlemeden önce de uygulamada mevcut olan girdi maliyeti veya döviz kuru artışı gibi sebeplerden etkilenmemesine rağmen, etkilendiği izlenimi ile fiyat artışı uygulayan işletmelere idari ceza ve yaptırımları öngören düzenleme de esasen tüketicinin algısını koruma amacıyla getirilmiştir. Yine, tüketicinin algısının korumaya dönük bu düzenlemeye benzer bir düzenleme ile hem tüketicinin hem de yaşanan olağanüstü pandemi sürecinden algı veyahut haksız stok uygulama ile kazanç elde edilmesinin kontrol altına alınması hedeflendiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Yapılan yeni düzenlemeye göre;
  • Üretici, tedarikçi ve perakende işletmeler tarafından bir mal veya hizmetin satışında fahiş fiyat artışının tespit edildiği taktirde ve stokçuluk yapıldığı durumda; 10,000 TL’den 100,000 TL’ye kadar idari para cezası verileceği, 
  • Yine sayılanlar tarafından piyasada darlık yaratıcı piyasa dengesini ve serbest rekabeti bozucu faaliyetler ile tüketicinin mallara hukuka aykırı stok uygulamaları ile ulaşmasını engelleyenlere ise 50,000 TL’den 500,000 TL’ye kadar idari para cezası verileceği kararlaştırılmıştır. 
Son olarak; 6585 Sayılı Kanun’un ceza hükümlerini düzenleyen 18. maddesinde, hükmedilecek idari para cezalarına konu fiilin stokçuluk diğer kanunlarda daha ağır bir cezayı gerektirmediği taktirde uygulanacağı ifade edilmektedir. Nitekim, fiilin diğer kanunlarda daha ağır bir cezayı gerektirmesi halinde 6585 Sayılı Kanun uygulanmayacaktır.   Av. Tuğçe Aslan
İmar ve Gayrimenkul Hukuku, MAKALELER & MAHKEME KARARLARI
By Av. Mustafa Kemal Batur / 26 Ekim 2020

Kadastro Öncesi Haklar ve Tapu Tescil ve İptal

 
  1. Kadastro işlemi kısaca mülkiyet sınırlarının belirlenmesidir.
Medeni Kanun’un 718. maddesi ile taşınmaz mülkiyetinin içeriği düzenlenerek taşınmaz sayılan bağımsızın mülkiyet haklarının kapsamının devam hükümlerinde sınırların belirlenmesi ile tatbik edileceğini bildirilmiştir. İşbu hüküm kadastrosu yapılmış taşınmazlar nezdinde dikkate alınmakta olup, henüz kadastrosu yapılmamış durumlar için uygulama farklılık arz etmektedir. Nitekim, taşınmazların sınırlarını belirlemek, hukuksal durumlarını tespit etmek ve tapu sicilini kurmak amacıyla 3402 Sayılı Kadastro Kanunu kabul edilmiştir.  Kadastrosu ile sınırları belirlenmiş tapulu taşınmazlar cihetinde sınır esasen plana göre belirlenmekte ise dahi uygulamada arz ve planın birbirine uyumlu olmadığı görülmektedir. Zira Türk Medeni Kanun’un 719. maddesi uyarınca sınır tayininde kadastro planı karine olarak kabul edilmiş bunun sebebi ise arazi üzerine konulan işaretlerin tabi veyahut kasten yerinin değişebilmesinin mümkün olması ile ilgilidir. Ancak, taşınmaz maliki plandaki sınırın hatalı olduğunu iddia ettiği taktirde komşu malike husumet göstererek, sınır kaydının düzeltilmesini talep edebilmektedir. İlgililer buna ilişkin bir rıza göstermez ise 1025. madde ile düzenleme ile tescilin düzeltilmesini isteyebilecektir.   Yolsuz tescil Madde 1025- Bir aynî hak yolsuz olarak tescil edilmiş veya bir tescil yolsuz olarak terkin olunmuş ya da değiştirilmiş ise, bu yüzden aynî hakkı zedelenen kimse tapu sicilinin düzeltilmesini dava edebilir.
  1. Kadastro Kanunu Uyarınca Tapulu Taşınmaz ve Tapusuz Taşınmaz Ayrımı
Kadastro Kanunu’nda tapulu/tapusuz taşınmaz ayrımına gidilmiş olup zabıt defterine kayıtlı taşınmazların sınırlarının fiili zilyetliğe dayanması ve bu taşınmazların da sınırlarının kadastro ile belirlenerek sicile kaydettirilmesi uygun görülmüştür. Zabıt defterine kayıtlı olan taşınmazlar halk arasında osmanlı tapusu olarak adlandırılmış olup, Kadastro Kanunun 13. maddesi ile işbu taşınmazların tapu siciline kaydı sağlanmıştır.  Diğer yandan, tapusuz taşınmazların sicile kaydının mümkün olup olamayacağı sorusu akla gelmektedir. Nihayetten, tapusuz taşınmazların mülkiyetinin kazanımı olağanüstü zamanaşımı yoluyla mümkündür. Medeni kanununda olağanüstü kazanım; çekişmesiz ve nizasız 20 yıl müddet ile taşınmaza zilyet olan kişi taşınmaz mülkiyetinin sahibidir şeklinde düzenlenmiştir. Nitekim, bu koşulları gerçekleştirmiş hak sahipleri için kadastro işlemi henüz yapılmamış ise tescili talep için dava açma hakları haiz olup akabinde kadastro tespiti yapılmasını isteyebilirler. Ancak, olağanüstü zamanaşımı yoluyla taşınmaz mülkiyeti kazananların tapu kaydı sonrası mülkiyet karinesinden faydalanma hakkı bulunduğu belirtilse dahi, aşağıda yer verilen Yargıtay 16. Hukuk Dairesi olağanüstü kazanım yoluyla tapu iptal ve tescil davası cihetinde kadastro işlemi öncesindeki haklara dayanarak mülkiyeti kazanım koşulları oluşan cihetinde tapu tesciline karar vermiştir. 
  1. Kadastro Tespiti Sonrasında Özel Hukuk Kişileri Arasında Açılan Davada Husumet Taraf
Husumet yöneltilecek ve hukuka aykırı olarak tescil edilen taşınmaz malikinin bundan haberdar olmaması gibi iyi niyetli olduğu durumlarda aşağıda değerlendirileceği üzere farklı olasılıklar cereyan etmektedir. Nitekim taşınmazın kadastro tespiti akabinde sehven asıl hak sahibi dışında başka biri adına tescilini gerçekleşmesi halinde tapu siciline güven ilkesi gereği iyi niyetli 3. kişilere karşı yöneltilecek bu dava nezdinde lehe bir durumun meydana gelmesi mümkün değildir. Burada, kadastro tespiti yapılan taşınmazın özel mülkiyete konu veya özel mülkiyete konu olmayan taşınmaz olup olmamasına göre de ayrıma gidilecek olup tapu siciline güven ilkesi yalnızca özel mülkiyete elverişli taşınmaz için uygulanabilecektir. Nitekim, özel mülkiyete tabi olmadığı halde kütüğe bu şekilde kaydettirilmiş ise bu sicil kaydına güvenen kişilerin zararlarından 1007. Madde uyarınca devlet sorumlu olacaktır.    Sorumluluk  Madde 1007- Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur. Hülasa, tapu sicile güven ilkesi gereği 3. Kişilerin kötü niyetli taşınmaz iktisaplarında direkt yolsuz tescil davası açılabilecek olup taşınmazın mülkiyetini kazanan kişilerin iyi niyetli olması halinde ise bu davaya tapu siciline güven ilkesinin engel olacağı tartışmasızdır. Ancak, hak düşürücü süre içerisinde kadastro tespitinin hatalı yapılmasından dolayı hakkı mülga edilmiş ancak taşınmazın mülkiyetini elinde bulundurulan kişinin iyi niyetli olması halinde ne yapılacaktır? Bu durum ile karşılaşıldığı taktirde, iyi niyetli 3. kişiye başvurulamadığından, kadastro tespitinin adına yapılan kişiye yani 3. iyi niyetli kişiye devir yapana dava açılabileceği ifade edilmektedir. Ancak, bu kişiden de tazminin mümkün olamadığı durumlarda nihai olarak hazineye başvuru gerekecektir. Nitekim, hukuka aykırı olarak yapılmış bir kadastro işleminde hazinen sorumluluğuna gidilmesi ise belirli şartlara bağlanmıştır.  
  1. Kadastro Tespiti Sonucu Açılan Davalarda Hak Düşürücü Süre
Medeni Kanun’da tapuya tescilin yapılması sırasında kurucu unsurların eksik veyahut hatalı olması durumunda işbu tescilin düzeltilmesi amacıyla hak sahiplerine tapu iptal ve tescili davası açma hakkı tanınmıştır. Kadastro tespiti sonrasında hatalı işlemin düzeltilmesi amacıyla dava ikame edildiği taktirde davalı olarak mülkiyet karinesinden yararlanan kişi gösterilmelidir. İşbu davalı, taşınmaz maliki veyahut onun hak sahipleri olabilir. Kadastro Kanunun 12. Maddesinde kadastro tutanaklarının kesinleşme tarihinden itibaren 10 yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamayacağı ve dava açılamayacağı ifade edilmiştir. Bu nedenle, kadastrodan önceki bir hak iktisabı hasebiyle dava yoluna gidilmesi için öncelikle 10 yıllık hak düşürücü sürenin dikkate alınması gerekmektedir. Hak düşürücü süre yargılama aşamasında re’ sen mahkemece gözetilmektedir.
  1. Zarar ve Hazinenin Kusursuz Sorumluluğu
Kadastro işlemlerin hatalı yapılması dolayısıyla tutulan tapu sicil kayıtları cihetinde Medeni Kanun’un 1007. maddesi gereği devletin kusursuz sorumluluğu haksız fiil hükümlerinin kıyasen uygulanması ile tatbik edilecektir. Nitekim, Hazine nezdinde kusursuz sorumluluk gereği zararın tazmini için birtakım şartların birlikte gerçekleşmesi aranmıştır. Zararın oluştuğu somut olarak saptanmadıkça hazineye öncelikle olarak başvurulamamaktadır. Nihayetten, zararın doğma ihtimalinde hazinenin sorumluluğa gidilemeyecek olup bunun sebebi ise zararın önlenebilmesinin muhtemel olabileceğidir. Zararın önlenme olasılığı ise öğretide, öncelikle ayni hakkı mülga edilenin tapu iptal ve tescil davası açması olarak yorumlanmaktadır. Zararın önlenmesinin mevcut olduğu durumlarda ancak madde 1023. ile iyi niyet çerçevesinde hakları korunan kişilere karşı dava açılamayacağı düşünüldüğünde işbu davanın açılmasında hukuki yarar olup olmadığı hala tartışma konusudur. Diğer bir görüş, bu dava aleyhe sonuçlanacak olsa dahi ayni hakkı mülga edenin zararı ispat koşulu olarak öncelikle tapu iptal ve tescil davası açması gerektiği yönündedir. Uygulamada da ayni hakkı zedelenen kişinin zararını yeni mülkiyet sahibinden tazmin edemediği gerekçesi ile devletin sorumluluğuna gidebilmesinin koşulu olarak her ihtimalde tapu tescil ve iptal davası açtığı görülmektedir. Diğer bir husus ise, devletin sorumluluğunda haksız fiil zamanaşımı sürelerinin öngörüleceği ile ilgilidir. Türk Borçlar Kanunu haksız fiile ilişkin hukuki yola başvurusu süresini zararın öğrenildiği andan itibaren 2 ve her halükârda 10 yıl olarak sınırlandırmış ise dahi birçok AİHM başvurusu sonucu mülkiyet haklarının ihlali sebebiyle tazminat ödemek durumunda kalmış ülkemiz yargı sistemi son kararlarında devletin sorumluluğu ve mülkiyet ilişkisinden doğan davalara 10 yıllık genel zamanaşımı süresinin uygulanması gerektiğine dair kanaat oluşturmuştur. Nitekim, bu hakkın varlığını ve illiyet bağını ispat edebilen ayni hak sahibi husumeti Hazine’ye yönelterek dava ikame edebilecektir.   Av. Tuğçe Aslan
İmar ve Gayrimenkul Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 27 Haziran 2020

Tapu Kaydının Düzeltilmesi – Tahsisi

TAPU KAYDININ TAHSİSİ (DÜZELTİLMESİ) Günümüzde birçok tapu işlemlerini gerçekleştirirken isim veya şekil noksanlığı ve hatası sebebi ile işlem neticelendirilmemektedir. Bunun sebebi, tapu sicil ve kütüklerinin el yazısı ile yazılmış olması, elektronik ortama aktarım yapılırken aparılan şekil yanlışlıkları ile Soyadı Kanunu kabulü öncesi isim benzerliklerinin oldukça yaygın olması nedeniyle ayırım noktasındaki sıkıntıların mevcudiyetinden kaynaklanmaktadır. Nitekim, Medeni Kanun’un 1024. Maddesi ile tescilin dayanağı olan kurucu unsurların eksik ve sakat olması gibi şekil noksanı hallerinde de yolsuz tescilin davasından ayrı olarak işbu hatanın giderilmesi amacıyla dava hakkı tanımıştır. Bu yöntemin adı "tapu kaydının düzeltilmesi - tahsisi" dir.
  1. Tescilin tapu memurunun yaptığı yanlışlık yüzünden yolsuz olması hali;
Medeni Kanun 1027. Maddesinde Düzeltme başlığı altında, tapu sicilindeki yanlışlığın mahkeme kararı ile düzeltilebileceğini belirtmiştir. Diğer yandan, tapu sicilinde yapılacak düzeltme salt bir yazım hatasından ve açıkça işlem sırasında yapılan bir adi yazım hatasından kaynaklanıyorsa, tapu müdürünce işbu husus re’ sen düzeltmeler sicilinde açıklanarak düzeltilebilir. Ancak, düzeltmenin varlığı adi yazım hatasını aşacak düzeyde ise tapu müdürü re ’sen bu işlemi yapamayacak olup, işlem için ilgililerin hepsinin rızası gerekecektir. Nitekim, bahse konu tapuların iktisap tarihlerinin yıllar öncesine dayanmış olması, el yazısının kullanılması gibi nedenler ile isim ve nüfus kayıtlarının harf hataları ile birbirine denkliği tartışmalıdır. Özellikle, tapu iptal ve tescili, vasiyetnamenin tenfizi gibi davalarda şekil şartlarının eksik olması nedeniyle tapunun tescili gerçekleştirilememektedir. Bu sebeple, uygulamada mahkeme kararı olmaksızın da yetkili tapu müdürlüğüne başvuru yapılarak, tapu tahsisi talep edilebilmektedir. Şöyle ki; Nitekim, 31.05.2016 tarihli Tapu Sicilinde Düzeltmelere İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Genelge ile tapu sicilindeki usul ve esaslara ilişkin esaslar düzenlenmiştir. Öncelikle, taşınmazın kayıtlı olduğu Tapu Müdürlüğüne başvurularak tapu sicil kaydının düzeltilmesi için hak sahibinin kimliğinin tespit edilmesi gerekir. Tapu müdürü, hak sahibinin tespiti için tapu sicilinde bulunan belgeleri, nüfus kayıtlarını, yazışmalar sonucu elde edilen belge ve bilgileri, varsa tanık ifadelerini birlikte değerlendirir. Dolayısıyla, kimlik bilgilerinin tespiti ile tapu sicilindeki hak sahibinin uyuşması akabinde isim düzeltilir. Nitekim, işbu tespitin yapılamaması hallerinde ise hak sahiplerine, tespiti kolaylaştırıcı belge ibraz etmeleri veya tanık getirmeleri için süre tanınmaktadır. İstemlerin yerine getirilmemesi halinde ise yine talep reddedilecektir. 
  1. İşlemin Mali Yönü
Tapu kütüğüne tescile tabi kimlik bilgilerinin düzeltilmesinden tapu harcı ve döner sermaye hizmet bedeli tahsil edilmektedir. Bu harç bedeli İstanbul şartlarında takriben 2.000,00 TL civarında olduğu görülmektedir. Avukatlık ortaklığımız tarafından devam olunan vasiyetnamenin tenfizi adlı davada isminin Nüfus ve Tapu kayıtlarında F**il**tin- F*dil**din- F*dil*ddin olarak yazılarak yapılmış imla hatalarının giderilmesi için mahkemece isin tahsisine karar vermiş olup, Tapu Müdürlüğü işbu tahsis işleminin gerçekleştirilmesi için vekaletnamede ‘’Tapu Müdürlüğünde tahsis işlemi yapılabilmesine dair...’’ ibaresi ile özel bir belge yetki aramaktadır. Ayrıca, hak sahibinin tapu ve nüfus müdürlüklerinde isimlerinin farklı olması halinde, hak sahibinin kimlik tespitine dair uhdenizde kanıtlayıcı belgenin olması taktirde işbu belge ile başvuruda bulunmanız yerinde olacaktır. Bahse konu bir belgenin tarafınıza olmaması halinde ise ilgili Tapu Müdürlüğü ilgili Nüfus Müdürlüğüne başvurarak, hak sahibinin nüfus kayıt dökümlerini isteyerek uyuşmazlığı çözümleyecektir.    Av. Tuğçe Aslan İletişime geçmek için tıklayınız
Genel Hukuk, İmar ve Gayrimenkul Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 27 Haziran 2020

İştirak Halindeki Mülkiyetin Paylı Mülkiyete Çevrilmesi

 
  1. Elbirliği Mülkiyeti
Medeni Kanun’un 701. Maddesi ile açıklanan elbirliği mülkiyetinin tanımı, kanun veya kanunda öngörülen sözleşmeler uyarınca oluşan topluluk dolayısıyla, mallara birlikte malik olanlar olarak yapılmıştır. Devam maddesi olarak da ‘’elbirliği mülkiyetinde ortakların belirlenmiş payları olmayıp, her birinin hakkı ortaklığa giren malların tamamına yaygındır.’’ ifadesi ile elbirliği mülkiyetin yönetim şekli belirlenmiştir. İştirak halindeki mülkiyetin paylı mülkiyet e çevrilmesinde bu husulara dikkat edilmelidir. Medeni Kanunumuz elbirliği ortaklığın kurulmasını; karı koca mal rejiminden genel mal ortaklığı, aile malları ortaklığı, adi ortaklık olmak üzere 3 grupta toplamıştır. Tüm bunların kurulma şekillerinden farklı olarak yönetimi halinde, ortakların payları nezdinde tasarruf edebileceği bir pay söz konusu değildir. Yalnızca tasfiye halinde ortaklar paylarını paylaşmaktadır. Nitekim, aksi kararlaştırılmadıkça veyahut bir temsilci atanmadıkça gerek yönetim gerek tasarruf işlemleri için ortakların oybirliği ile karar vermeleri gerekmektedir. 
  1. Sona Erme Halleri
Elbirliği mülkiyeti malın devri, topluluğun dağılması veyahut paylı mülkiyete geçmesiyle sona ermektedir. 703. madde de düzenlenen bu hüküm gereği, malın oybirliği ile başkasına devri halinde veyahut rızaen paylı mülkiyete çevrilmesi ile ortaklığı sona erdirmek mümkündür. Miras ortaklığı dışında bir ortağın elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete çevrilmesini dava etme hakkı ise düzenlenmemiştir.  Uygulamada iştirak halindeki mülkiyetin yansımaları ortaklığın tereke/mal/ortaklık için her halükârda birlikte hareket etme koşulu aramakta olup, bir orağa ayrıca tasarruf yetkisi vermemektedir. Nitekim, uygulama en sık rastlanılan husus ve makale konumuz olan miras ile intikal olunmuş ve bankaya yatırılmış veya miras bırakanın bankadaki bedeli hususunda ortaklığın yönetimi hakkındadır.  
  1. Miras bırakanın Bankadaki Parasının Ortaklara Paylaştırılması
Medeni Kanun’un 640. Maddesinde miras bırakanın ölümü ile birlikte paylaşmaya kadar mirasçılar arasında terekedeki bütün hak ve borçları kapsayan bir ortaklığın meydana geleceği, mirasçıların terekeye elbirliği ile sahip olacakları ifade edilmiştir. Nitekim, miras yoluyla intikal edilen veyahut miras bırakanın uhdesinde mevcut olunan paranın tasfiyesi noktasında pay sahibi mirasçının bankaya başvurup payını talep etmesi mümkün değildir. Günümüzde birçok vatandaş, ilgili payın uhdesine ödenmesi amacıyla paranın bulunduğu bankalara müracaat etse dahi, paranın ödenmemesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu sebeple, elbirliği mülkiyetinde ortakların payları her birinin hakkına yaygın olduğu kabul edildiğinden, Medeni Kanun’un 640. amir hükmü gereği de paydaşların tek başlarına tasarruf yetkisi kazanabilmeleri veya bedelin paydaşlarca ayrı ayrı paylaştırılabilmesi için ortaklığa ya temsilci atanması ya da ortaklığın paylı mülkiyete dönüştürülmesi gerekmektedir.  Yukarıdaki anlatımlarımıza ek olarak Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2006/19-552 E, 2006/589 K. sayılı kararı ile, miras ortaklığı nezdindeki tereke paylarının ayrılmaksızın ortaklığa ait olduğunu ve ortaklığın devamı halinde mirasçıların bağımsız payları olmadığını vurgulamış olup, banka cihetindeki paranın ödenmesi için ancak terekede pay sahibi mirasçıların birlikte bankaya başvurmaları veya temsilci ataması veyahut ortaklığın paylı mülkiyete döndürülmesi gerektiğini ifade etmiştir. Öte yandan, elbirliği halindeki mülkiyetin paylı mülkiyete dönüştürülerek, paydaşların payları oranında tasarruf etme yolunun açılması uygulama açısından kolaylık sağlayacağı kuşkusuzdur. Diğer türlü elbirliği mülkiyeti ile bankaya başvurulduğu taktirde banka talebi yerine getirmeyecektir.
İmar ve Gayrimenkul Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 27 Haziran 2020

Arsa Payının Tahsisi ve Hukuki İnceleme

  Arsa payı, bir arsa payı üzerindeki ortak mülkiyet hakkının bağımsız bölümlere tahsisidir. Nitekim,  634 Sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’nda ‘arsanın bu kanunda yazılı esasa göre bağımsız bölümlere tahsis edilen ortak mülkiyet payı’ şeklinde tanımlanmıştır.  Kat Mülkiyeti Kanunu’nda da ifade edildiği gibi arsa payları, bağımsız bölümler konum ve büyüklüklerine göre hesaplanan değerleriyle orantılı olarak paylaştırılır. Uygulamada inşaat tamamlandıktan sonra arsada bulunan bütün bağımsız bölümlerin ayrı ayrı değerlerinin belirlenmesi sonrasında her arsa payı karşılığına uygun değerde paylaştırma yapılmaktadır. Her bir pay için hesaplanan değerin objektif olarak kanuna ve hakkaniyete uygun olarak paylaştırılması gerekir. Ancak uygulamada hakkaniyete uygun olmayan paylaşımlar veya hesap ve değerlendirme hataları nedeniyle yanlış paylaşımlar söz konusu olabilmektedir.  Bağımsız bölümlerde sonradan meydana gelen değer artış veya azalmaları sebebiyle arsa payı değiştirilemez. Ancak, arsa paylarının değerlerinin bağımsız bölümlerin değerlerinden farklı olması durumunda arsa payları mahkeme kararı ile düzeltilebilir. Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 3. Maddesine göre arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleri ile orantılı olarak tahsis edilmediği hallerde her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, paylarının yeniden düzenlenmesi için dava açabilir. Davayı bağımsız bölümün malikinin mirasçıları da açabilir. Apartman yöneticilerinin ve kiracıların dava açma ehliyetleri bulunmamaktadır.  Dava, diğer bağımsız bölüm maliklerine karşı açılır. Dava sonucu arsa payının düzeltilmesine karar verilirse düzeltme sebebiyle diğer bütün bağımsız bölümlerin paylarında değişiklik meydana gelebilir. Bu sebeple diğer bağımsız bölüm sahipleri davalı konumunda olur.  Arsa payının tahsisi davalarında görevli mahkeme sulh hukuk mahkemesidir. Davada arsa payı, kat mülkiyeti kurulduğu tarihte bağımsız bölümlerin bulunduğu kat, cephe vs gibi tüm özellikleri dikkate alınarak hesaplanacak değere göre belirlenir. Bu değer, bilirkişi marifetiyle hesaplanır.  Bu dava türünde herhangi bir hak düşürücü süre veya zamanaşımı bulunmamaktadır. Ana yapının kat mülkiyeti veya kat irtifakı devam ettiği sürece dava açılabilir.  YARGITAY KARARLARI  Yargıtay 18. Hukuk Dairesi 2016/3350E. 2016/8898K. ‘…Davacı vekili, davaya konu ve kat mülkiyetine tabi anataşınmazda röleve projesiyle bir takım değişiklikler yapıldığını ancak arsa paylarının bu tadilat projesine göre düzeltilmediği, bu durumun haksızlık oluşturduğu nedeniyle düzenlenmesini istemiş, mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasasının 3.maddesi hükmüne göre; "kat mülkiyeti, bu mülkiyete konu olan ana yapının bağımsız bölümlerinden her birine kat irtifakının kurulduğu tarihteki, doğrudan doğruya kat mülkiyetine geçilme halinde ise, bu tarihteki değeri ile oranlı olarak tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Arsa paylarının bağımsız bölümlerin değeri ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, arsa payının düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir." Yasa gereğince; arsa payı düzenlemesinin yeniden yapılabilmesinin ilk şartı, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oransız olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu hususa dayalı istemlerde mahkeme tüm kanıtları değerlendirerek bağımsız bölümün değeri ile bölüme özgülenen arsa payını karşılaştırıp denklik sağlamaya çalışmalıdır. Söz konusu işlem yapılırken de bağımsız bölümlerin cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası gibi hususlar değerlendirme için esas alınır. Değerlendirmeye esas alınacak tarihten sonraki imar durumu ile cins ve manzara değişiklikleri, bakım ve onarım çalışmaları nedenleriyle meydana gelen değer artış ve eksilmeleri dikkate alınmaz. Somut olayda dava konusu taşınmazda 16.12.1980 tarihinde kat irtifakı 02.11.1981 tarihinde kat mülkiyeti kurulduğu, bilirkişi raporunda kat mülkiyetine geçiş tarihi olan 1981 tarihinde arsa paylarının orantılı olarak dağıtılmadığı belirtilmişse de; bağımsız bölümlerin değerinde ve dolayısıyla arsa paylarının tespitinde dikkate alınmayan bu nedenle arsa payları arasında orantısızlığa yol açan somut ve haklı nedenler ortaya konulmamıştır. Dava konusu taşınmazda 1981 yılında kat mülkiyeti kurulduğu dikkate alındığında aradan geçen süre zarfında taşınmazda arsa paylarına herhangi bir itiraz olmadığı, bağımsız bölümlerin, kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerlerinin yukarıda açıklanan unsurları ve bu belirlemeye göre tapu sicilinde kayıtlı arsa paylarında düzeltilmesi gereken bir yanlışlık olduğu konusunda mahkemece herhangi bir değerlendirme ve gerekçe içermeyen soyut ve genel ifadeli bilirkişi raporu esas alınarak hüküm kurulması doğru görülmemiştir. Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü..’ Yargıtay 18. Hukuk Dairesi 2015/9964E. 2016/1011K. ‘…Arsa Paylarındaki yanlışlık yapıldığında yönelik iddianın somut verilerle desteklenmesi gerektiğini” belirtmiştir. “634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasasının 3.maddesi hükmüne göre; “kat mülkiyeti, bu mülkiyete konu olan anayapının bağımsız bölümlerinden her birine kat irtifakının kurulduğu tarihteki, doğrudan doğruya kat mülkiyetine geçilme halinde ise, bu tarihteki değeri ile oranlı olarak tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Arsa paylarının bağımsız bölümlerin değeri ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, arsa payının düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir.” Yasa gereğince; arsa payı düzenlemesinin yeniden yapılabilmesinin ilk şartı, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oransız olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu hususa dayalı istemlerde mahkeme tüm kanıtları değerlendirerek bağımsız bölümün değeri ile bölüme özgülenen arsa payını karşılaştırıp denklik sağlamaya çalışmalıdır. Söz konusu işlem yapılırken de bağımsız bölümlerin cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası gibi hususlar değerlendirme için esas alınır. Değerlendirmeye esas alınacak tarihten sonraki imar durumu ile cins ve manzara değişiklikleri, bakım ve onarım çalışmaları nedenleriyle meydana gelen değer artış ve eksilmeleri dikkate alınmaz. Somut olayda dava konusu taşınmazda 1969 yılında kat irtifakı 1970 yılında kat mülkiyeti kurulduğu, bilirkişi raporunda kat mülkiyetine geçiş tarihi olan 1970 tarihinde arsa paylarının orantılı olarak dağıtılmadığı belirtilmişse de; bağımsız bölümlerin değerinde ve dolayısıyla arsa paylarının tespitinde dikkate alınmayan bu nedenle arsa payları arasında orantısızlığa yol açan somut ve haklı nedenler ortaya konulmamıştır. Dava konusu taşınmazda 1970 yılında kat mülkiyeti kurulduğu dikkate alındığında aradan geçen süre zarfında taşınmazda arsa paylarına herhangi bir itiraz olmadığı, bağımsız bölümlerin, kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerlerinin yukarıda açıklanan unsurları ve bu belirlemeye göre tapu sicilinde kayıtlı arsa paylarında düzeltilmesi gereken bir yanlışlık olduğu konusunda mahkemece herhangi bir değerlendirme ve gerekçe içermeyen soyut ve genel ifadeli bilirkişi raporu esas alınarak hüküm kurulması doğru görülmemiştir. SONUÇ : Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA…’
Genel Hukuk, İmar ve Gayrimenkul Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 27 Haziran 2020

Kat Karşılığı İnşaat sözleşmesinin Feshi

  Kat karşılığı inşaat sözleşmesi günümüzde sıklıkla rastlanan karma tipli atipik (isimsiz) bir sözleşme türüdür. Kanunda düzenlenmiş iki farklı sözleşmenin karşılıklı birbirine denk gelmesinden oluştuğu için karma tipli bir sözleşmedir. Arsa payı sahibinin bir arsa veya bir taşınmazın belirli bir payını devretmesi veya devretmeyi taahhüt etmesine karşılık yüklenicinin bir eser meydana getirmeyi taahhüt ettiği bir sözleşmedir. Kat karşılığı inşaat sözleşmesi eser ve satış sözleşmesinin unsurlarını barındırmaktadır. Eser sözleşmesi herhangi bir şekle tabi değildir. Ancak, taşınmazın devri unsuru söz konusu olduğundan sözleşmenin mutlaka resmi şekilde yapılması gerekmektedir.  Uygulamada sıklıkla rastlanan bu sözleşme türünde tarafların edimlerini yerine getirmemesi veya getirememesi nedeniyle birçok uyuşmazlık çıkmakta ve sözleşmenin hangi koşullarda nasıl feshedilebileceği gibi sorular gündeme gelmektedir. Bu çalışmamızda kat karşılığı inşaat sözleşmesinin feshine ilişkin hususları inceleyeceğiz.  Başlanılan inşaatın vaktinde bitirilememesi, eserin kabul edilemeyecek derecede ayıplı inşa edilmiş olması, yüklenicinin başladığı inşaatı tamamlayamaması gibi durumlarda sözleşmenin feshi gündeme gelmektedir. Kat karşılığı inşaat sözleşmelerinin fesih ileriye veya geriye etkili olarak iki şekilde gerçekleştirilebilir. Yargıtay, başlanmış olan inşaatın tamamlanamamış olduğu durumlarda hakkaniyetin gerektirdiği ölçüde sözleşmenin feshinin mümkün olduğunu birçok kararında ifade etmiştir. Yargıtay’a göre yüklenici inşaatı %90 oranında tamamlamışsa, sözleşmenin ileriye etkili olacak şekilde feshi mümkündür. İnşaat %90 seviyesine gelememiş ise, geriye etkili olacak şekilde sözleşmenin feshi bir diğer ifadeyle sözleşmeden dönme mümkün olabilecektir. Sözleşmeden dönme ile fesih arasında yüklenicinin sağlayacağı menfaat açısından farklılık bulunmaktadır. Dönmede sebepsiz zenginleşme hükümleri uyarınca bir tazminat kazanılabilecekken, ileriye etkili fesihte orantılı bir bedel kazanımı söz konu olacaktır.  Eser sözleşmelerinde fesih iradesinin karşı tarafa ulaşması ile fesih söz konusu olabilir. Ancak kat karşılığı inşaat sözleşmeleri arsa payının devrini içermeleri nedeniyle karşı tarafın kabulü ile fesih sonucunu doğurur. Tek taraflı irade beyanıyla fesih edilemez, bu durumda fesih için mutlaka bir hâkim kararı gerekir.  Sözleşmenin feshi için birtakım şartların oluşması gerekmektedir. Arsa sahibi tarafından sözleşmenin feshedilebilmesi için eserin ayıplı yapılmış olmasında veya zamanında sözleşmeye uygun şekilde tamamlanamamış olmasında yüklenicinin bir kusuru olmalıdır. Müteahhide yüklenemeyecek bir kusur sebebiyle eserin tamamlanamamış olması durumunda sözleşmeyi fesih yolu yüklenicinin yani müteahhidin sorumluluğuna gidilemeyecektir.  Sözleşmenin kurulması aşamasında aranan iyiniyetin sözleşmenin devamı ve feshi aşamalarında da bulunması gerekir. Yüklenicinin temerrüdü halinde arsa sahibi aynen ifa ve gecikme tazminatı talep edebilir.  Arsa sahibi yükleniciye bir süre verip bu süre içerisinde inşaatın bitirilmesi ve teslim edilmesi taleplerinde bulunabilir. Bu süre geçtikten sonra arsa sahibi aynen ifadan vazgeçip müspet zararlarının tazminini isteyebilir. Bir diğer seçimlik hak olarak arsa sahibi sözleşmeden dönüp menfi zararların tazmini talep edebilir.  Yüklenicinin teslim ettiği bağımsız bölümlerin ayıplı olması halinde arsa sahibi Borçlar Kanunu’nun 475. Maddesindeki seçimlik haklarına başvurabilecektir. Eser arsa sahibinin kullanamayacağı ölçüde ayıplı ise veya hakkaniyet gereği kabule zorlanması mümkün değilse arsa sahibi sözleşmeden dönebilir. İkinci bir seçenek olarak eseri kabul edip ayıp oranında bedel indirimi talep edebilir. Diğer bir seçenek, aşırı bir masrafı gerektirmiyorsa ücretsiz onarım talep edebilir. Arsa sahibin ayrıca genel hükümlere göre tazminat isteme hakkı saklıdır.  YARGITAY KARARLARI Yargıtay 15. Hukuk Dairesi 2012/2737E. 2012/4540K. ‘…2-) Davalılar vekilinin temyiz itirazlarına gelince; Dosyada bulunan İstanbul 7. Noterliği’nin 26.05.1995 tarihli düzenleme şeklindeki kat karşılığı inşaat sözleşmesi arsa sahibi olarak davacı Ö. S., yüklenici olarak da davalı şirket adına temsilcisi A. K. tarafından imzalanmıştır. Sözleşmenin 5. maddesinde inşaat süresi temel ruhsatının alınma tarihinden itibaren 20 ay olarak kararlaştırılmıştır. Dosya içerisindeki belgelerden ve daha önce sonuçlanan kararı kesinleşen Eyüp 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin bozmadan sonra 2001/94 Esas numarasını alan dava dosyasının içeriğinden, yüklenici şirket tarafından inşaatın ruhsat alınmadan kaçak olarak yapıldığı belirlenmiştir. Eyüp Belediye Başkanlığı’nın 29.06.1995 tarihli encümen kararı içeriğinden binanın ruhsatsız olarak, projesiz ve imara aykırı yapıldığı anlaşılmaktadır. Dairemizin bozma ilamından sonra 2001/94 Esas numarasını alan Eyüp 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin dosyadaki 02.05.2000 tarihli bozma ilamında, yüklenici şirketin tescil isteminin reddi gerekçesi binanın yüklenici tarafından yasal hale getirilmemesi olarak gösterilmiştir. Gerek söz konusu dosyada alınan bilirkişi raporundan, bu dosyada alınan bilirkişi raporlarından, gerekse Eyüp Belediye İmar ve Şehircilik Müdürlüğü’nün 10.01.2008 tarihli yazısı içeriğinden, inşaatın yasal hale getirilmesinin mümkün olduğu sonucuna varılmaktadır. Davalı yüklenici şirket tarafından inşaatın yasal hale getirilmediği anlaşılmaktadır. Kat karşılığı inşaat sözleşmeleri arsa payı devrini de içerdiğinden, noterde düzenleme şeklinde veya tapuda yapılmaları zorunlu olduğu gibi, fesihlerinin de mahkeme kararıyla yapılması zorunludur. Sözleşmenin feshinin mahkeme kararıyla yapılmasının istisnası tarafların sözleşmenin feshi konusunda iradelerinin birleşmesidir. Somut olayda, davacı arsa sahibi tarafından sözleşmenin feshi konusunda bir dava açılmamıştır. Davacı arsa sahibi ile davalı yüklenici şirketin kat karşılığı inşaat sözleşmesinin feshi konusunda iradeleri uyuşmamıştır. Bu durumda 26.05.1995 tarihli sözleşme halen geçerliliğini korumaktadır. Davalı yüklenici şirket dışındaki davalılar taşınmazı kullanan kişilerdir. Bu kişiler yüklenici şirketten satın alan kişilerdir. Davacı arsa sahibi ile davalı yüklenici şirket arasındaki sözleşme feshedilmediği sürece yapılan inşaatı davalı yüklenici şirketin ve dolayısıyla yükleniciden satın alanların elinde bulundurma hakları mevcuttur. Mahkemece davacı arsa sahibi ile davalı yüklenici şirket arasındaki sözleşmenin feshedilmediği, halen geçerli olduğu, bu nedenle yüklenici şirketin ve ondan satın alanların elinde bulundurma haklarının devam ettiği dikkate alınmaksızın, müdahalenin önlenmesi konusunda karar oluşturulması doğru olmamış, kararın bozulması gerekmiştir. Sonuç: Yukarıda 1. bentte açıklanan nedenlerle davacı arsa sahibinin tüm temyiz itirazlarının reddine, 2.bent uyarınca kararın davalılar yararına BOZULMASINA…’ Yargıtay 15. Hukuk Dairesi 2018/1607E. 2018/3413K. ‘…Dava, kat karşılığı inşaat sözleşmesi uyarınca, davalı ile yapılan sözleşmenin ayakta olduğunun tespiti ile dava dışı yükleniciyle yapılan sözleşmenin geçersizliğinin saptanması, aksi halde zararın tahsili istemiyle açılmış olup, mahkemece davanın reddine dair verilen hüküm, davacı vekilince temyiz olunmuştur. 1-)Davacı vekili, davacı ile davalılar arasında 16.09.2014, diğer davalı ile 17.09.2014 Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmeleri düzenlendiğini, sözleşmenin imzalanmasından fesih tarihine kadar tüm edimlerini yerine getirdiğini, sözleşmeye aykırı hiçbir davranışı olmadığını, zorlu bir kentsel dönüşüm sürecini tamamladıklarını ve taşınmazı inşaata hazır hale getirdiklerini, davacının davalılardan istediği projeyi dahi hazırladıklarını, buna dair mail kayıtları ve projeyi sunduklarını, buna karşın, davalının 18.02.2015 tarihli ihtarname ile Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmesi'yle ilgili yükümlülükleri yerine getirmesi hususunda müvekkiline ihtarname keşide ettiklerini, ihtarnamenin haksız ve hukuka aykırı olduğunu, davacının kısa süre içerisinde gerekli işlemleri tamamlayıp yıkıma hazır hale getirdiğini, müteakip işlemlerin de devam etmekte iken, davalıların itirazı ile karşılaştığını, buna dair cevabi ihtarname gönderildiğini, akabinde Davalılardan belirtilenlerin 16/17.03.2015 tarihli ihtarnamelerle sözleşmeyi feshettiklerini, davalının ise, vekâletten azlettiğini, kat karşılığı inşaat sözleşmelerinin ancak mahkeme kararı ile feshedilebileceğini, kaldı ki, davacının hiçbir kusuru bulunmadığını, sözleşmenin ayakta olduğunun tespiti ile ... Ltd. Şti. ile yapılan sözleşmenin geçersiz olduğunun tespitine, olmadığı taktirde masrafların hesaplanarak, 5.000,00 TL, kâr kaybı olarak da 10.000,00 TL'nin davalılardan tahsiline karar verilmesini istemiştir.Davalılardan ... vekili davanın reddini dilemiş, diğeri davalılar cevap vermemişlerdir.Mahkemece davanın reddine karar verilmiştir. Davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan 6502 Sayılı Kanun uyarınca bir davanın tüketici mahkemesinde görülebilmesi için bir tarafın nihai tüketici diğer tarafın ise satıcı/sağlayıcı olması zorunludur. Nitekim, Davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakındaki Kanun'un amaç başlıklı 1. maddesinde, "Bu Kanun'un amacı; kamu yararına uygun olarak tüketicinin sağlık ve güvenliği ile ekonomik çıkarlarının koruyucu, zararlarını tazmin edici, çevresel tehlikelerden korunmasını sağlayıcı, tüketiciyi aydınlatıcı ve bilinçlendirici önlemleri almak, tüketicilerin kendilerinin korucuyu girişimlerini özendirmek ve bu konulardaki politikaların oluşturulmasında gönüllü örgütlenmelerini teşvik etmeye dair hususları düzenlemektir. Tanım başlıklı 3. maddesinin (ı) sağlayıcı; Kamu tüzel kişileri de dahil olmak üzere ticari veya mesleki amaçlarla tüketiciye hizmet sunan ya da hizmet sunanın adına ya da hesabına hareket eden gerçek veya tüzel kişiyi, (k) Tüketici; ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket eden gerçek veya tüzel kişiyi, (l) Tüketici işlemi; mal veya hizmet piyasalarında kamu tüzel kişileri de dahil omak üzere ticari veya mesleki amaçlarla hareket eden veya onun adına ya da hesabına hareket eden gerçek veya tüzel kişiler ile tüketiciler arasında kurulan, eser, taşıma, simsarlık, sigrta, vekâlet, bankacılık ve benzer sözleşmeler de dahil olmak üzere her türlü sözleşme ve hukuki işlemi." düzenlemeleri bulunmaktadır. Bir hukuki işlemin tüketici işlemi sayılabilmesi için yukarda belirtilen tanımlara uygun olması gerekir. Açıklanan hususlar gözetildiğinde eser sözleşmesi ilişkisinin de Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun kapsamında kalabilmesi için eser sözleşmesi ilişkisi yanında bir tarafın satıcı-sağlayıcı olmasının yanında diğer tarafın da nihai tüketici olması diğer bir anlatımla ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket etmesi zorunludur. Davacı yüklenici satıcı/sağlayıcı ise de, davalıların nihai tüketici olduğundan sözedilemez. Davalılar Düzenleme Şeklinde Taşınmaz Satış Vaadi ve Arsa Payı Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmesi'nde taraf olup, arsa payları bulunmakta olup, eser sözleşmesi ilişkileri anılan Kanun kapsamında ise de, Dairemizin uygulamalarına göre, kat karşılığı inşaat sözleşmeleri anılan Yasa uyarınca tüketici işlemi kabul edilmemekte ve davaların genel mahkemede görülmesi gerektiği yönünde değerlendirme yapılmaktadır. Bu nedenle, mahkemece davanın asliye hukuk mahkemesinde görülmesi gerekmesi sebebiyle dava şartı yokluğundan davanın reddi gerekirken, davanın esasının incelenip sonuçlandırılması hatalı olmuş, kararın bu sebeple bozulması uygun bulunmuştur. 2-)Bozma nedenine göre, diğer temyiz itirazları incelenmemiştir. SONUÇ : Yukarıda 1. bentte açıklanan sebeplerle kararın BOZULMASINA,..’
Bilişim Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 27 Haziran 2020

Hukuki Açıdan İçerik, Yer ve Erişim Sağlacılar – BTK Kapsamında

İÇERİK, YER ve ERİŞİM SAĞLAYICILARI  İnternet ismi, İnternational Network tanımının kısaltılması ile meydana gelmiş olup, Türkçeye uluslararası çalışma ağı olarak çevrilmiştir. Esasen internet, gerçek veya tüzel kişilerin birbiri ile haberleşmesi, birbirleri ile erişiminin sağlanmasını sağlayan bir ağ olmakla birlikte, bu ağın kullanımını ve erişimini sağlayan birçok aktörün hukuki yükümlülüklerinin ve sorumlulukların düzenlenmesi yeni toplumsal ve sosyal yaşama uyum sağlanması amacıyla bir gereklilik olmuştur. Nihayetten, bu gereksinimler ile kabul edilen 5651 Sayılı Kanun, içerik sağlayıcı, yer sağlayıcı, erişim sağlayıcı ve toplu kullanım sağlayıcılarının yükümlülük ve sorumlulukları ile internet ortamında işlenen belirli suçlar nezdinde; içerik, yer ve erişim sağlayıcıları üzerinden mücadeleyi amaçlamaktadır. Yine bu kanun ile Bilgi Teknoloji ve İletişim Başkanlığı kurularak kurumun ve başkanın yetkileri düzenlenmiştir.     
  1. İçerik Sağlayıcıları ve Yükümlülükleri
Kanunda içerik sağlayıcı, internet ortamı üzerinden kullanıcılara sunulan her türlü bilgi ve veriyi üreten, değiştiren ve sağlayan gerçek ve tüzel kişilerilerdir. 5651 Sayılı kanun 4. maddesi ile içerik sağlayıcıların sorumluluğu düzenlenerek; internet ortamında sunduğu her türlü içerikten sorumlu olduğu ifade edilmiştir. Nitekim, içerik sağlayıcı; ürettiği veya bir şekilde kendine özgü bir farkındalık ile yaratmış olduğu içeriği internet ortamına sunarken hukuki yönden sorumlu olacaktır. İçerik sağlayıcının sorumlu olmamasının tek istisnası başkasına ait içeriğe yalnızca bağlantı sağlaması halidir. Ancak, bağlantı sağladığı içeriği benimsemiş olduğu veyahut kullanıcının söz konusu içeriğe ulaşmasını amaçladığı açıksa sorumluluktan kurtulamayacaktır. Örneğin, bir kişi veya bir kuruluş internet web sitesinin oluşmasını sağlamış ve bu web sitede bir kişinin özel hayatını ihlal eden bir paylaşımda bulunmuş ise bu suça ilişkin cezai ve hukuki müeyyideyeden sorumlu olacaktır. 
  1. Yer Sağlayıcıları ve Yükümlülükleri
Kanunda yer sağlayıcı, hizmet ve içerikleri barındıran sistemleri sağlayan veya işleten gerçek ve tüzel kişiler olarak tanımlanmıştır. Daha kolay bir anlatımla ifade etmek gerekirse, içeriğin diğer bilgisayarlara aktarımı amacıyla depo edilmesi için server(sunuculara) ihtiyaç bulunmaktadır. İşte bu serverı muhafaza eden ve yer sağlayan gerçek ve tüzel kişiler yer sağlayıcılar olarak adlandırılmaktadır. Bu sebeple, serverın içindeki içeriğin niteliğini bilmeyen/bilecek durumda olmayan yer sağlayıcının içerik nezdinde sorumluluğu bulunmamaktadır. Hülasa, kanunda düzenlenen 5. madde uyarınca da içeriği kontrol etme yükümlülüğünün bulunmadığı ifade edilmiştir.  Ancak, erişimin engellenmesi kararının alındığı veya yayından çıkarılmasına dair kararın verilmesi halinde ise derhal işbu içeriği yayından kaldırmakla yükümlüdür. Nitekim, alınan erişimin engellenmesi kararına karşın yayından çıkarılmaması halinde sorumluluğu ayrıca doğacaktır. Bilhassa, yer sağladığı hizmetlere ilişkin trafik bilgilerini de saklamakla yükümlüdür. Yer sağlayıcının, trafik bilgilerinin saklanmaması, erişimin engellenmesi kararının alınmasına karşın yayından çıkarılmaması gibi yükümlülüklerin ihlali halinde Bilgi Teknoloji Kurumu tarafından yer sağlayıcıya idari para cezası hükmedilebilir. Örneğin yer sağlayıcı, bir şirketin içeriklere erişimi sağlayabilmesi amacıyla yerinde sunucu barındırabilir veya sunucusunu şirkete kiralayabilir. Ancak, şirkete sağlanan sunucun veya şirketin sunucusuna yer sağlaması sebebiyle serverın içerisindeki içeriklerden sorumlu tutulamaz. (Sunucu kiralayan veya sağlanan şirketin kişisel verilerin korunması kanunu uyarınca koruması gerektiği kişisel verilerden de yer sağlayıcı sorumlu değildir.) Yer sağlayıcı yalnızca, hırsızlık, yangın vb. gibi durumlar ile sunucunun zarar görmesine dair önlem almakla yükümlüdür. 
  1. İnternet Erişim Sağlayıcıları ve Yükümlülükleri
İnternet servis sağlayıcıları (ISS) ve erişim sağlayıcıları, internete erişim görevini yerine getirmek (mere conduit) ile ön belleğe alma (caching), barındırma(hosting), sunucu kiralama (leased server) gibi hizmetler sunmakta olup, esasen erişim sağlayıcıların görevinin internet erişimine köprü olduğu söylenebilir. Erişim sağlayıcıları, kullanıcıların internete erişimine aracılık ederek verilere ulaşmasını sağlarlar. Bu sebeple, yalnızca erişim sağlayan veya içerik-erişim sağlayan gerçek/tüzel kişilerin sorumluluğu da farklıdır. Örneğin Türk Telekom şirketi içerik ve erişim sağlayıcısı olan bir tüzel kişidir. Bu sebeple, erişimi sağlarken üretmiş olduğu içerikten sorumlu olacaktır. Yalnızca erişim sağlayıcısı olan gerçek veya tüzel kişi, erişimi sağlaması sebebiyle içerikten sorumlu tutulamaz. Ancak, kullanıcılarının hukuka aykırı içerik paylaşımı yapması halinde ve bundan haberdar edilmesi durumunda sorumluluğu meydana gelmektedir. Nitekim, erişim sağlayıcı kendisi aracılığıyla erişilen bilgilerin hukuka aykırı içerik olup olmadığını kontrol etmek ile yükümlü değildir.  5651 Sayılı Kanun’un kabulü ile 8. madde de sayılmış suçlar sebebiyle verilen erişimin engellenmesi kararları haricindeki hukuka aykırı içeriğin erişiminin engellenmesi için Erişim Sağlayıcıları Birliği kurulmuştur. Nitekim, aşağıdaki suç tipleri haricinde alınan erişim engelleme kararlarının icrası erişim sağlayıcılar tarafından yerine getirilmektedir.  8. madde kapsamındaki suçların oluşması ile erişiminin engellenmesi kararının verilmesi halinde ise Bilgi Teknoloji ve İletişim Başkanlığına bildirimde bulunulur. Kurum tarafından en geç dört saat içinde erişimin engellenmesi kararı yerine getirilir. 8. madde kapsamında sayılan suçlar aşağıdaki gibidir;
  1. İntihara yönlendirme 
  2. Çocukların cinsel istismarı
  3. Uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanılmasını kolaylaştırma
  4. Sağlık için tehlikeli madde temini 
  5. Müstehcenlik
  6. Fuhuş 
  7. Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama
  8. Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanunda yer alan suçlar
  9. Futbol ve Diğer Spor Müsabakalarında Bahis ve Şans Oyunları Düzenlenmesi Hakkında Kanunda yer alan suçlar
  1. Toplu Kullanım Sağlayıcıları ve Yükümlülükleri
Toplu Kullanım Sağlayıcıları kanunda kişilere belli bir yerde ve belli bir süre internet ortamı kullanım olanağı sağlayan gerçek veya tüzel kişiler olarak tanımlanmıştır. Günümüzde toplu kullanım sağlayıcılar genel itibariyle ticari saik güderek kullanıcılara internet ortamı sağlamaktadır. Örneğin, Türk Telekom, Turkcell gibi şirketler, internet toplu kullanım sağlayıcılarıdır. Toplu Kullanım Sağlayıcıların yükümlülükleri 30035 İnternet Toplu Kullanım Sağlayıcıları Hakkında Yönetmelik ile düzenlenerek yönetmelik kapsamında erişim sağlayıcıları ve internet toplu kullanım sağlayıcıları ayrımına gidilmiştir. Bu yönetmelik kapsamındaki erişim sağlayıcıları, internet toplu kullanım sağlayıcılarına ve abone olan kullanıcılarına internet erişim olanağı sağlayan işletmeciler/gerçek/tüzel kişilerdir. İnternet toplu kullanım sağlayıcıları ise, kişilere belli bir yerde ve belli bir süre internet ortamı kullanım olanağı sağlayan gerçek/tüzel kişilerdir. Toplu kullanım sağlayıcıları, ticari olup olmadığına bakılmaksızın konusu suç oluşturan içeriklere erişimi önleyici tedbirleri almak amacıyla içerik filtreleme sistemi kullanmak zorundadır.
  1. Erişim Engellenmesi Kararı verilmesi 
İnternet ortamında yapılan ve içeriği suç teşkil eden suçlar nezdinde yeterli şüphenin tespit edildiği hallerde bu yayınlara ilişkin erişimin engellenmesi kararı soruşturma evresinde hâkim, kovuşturma aşamasında ise mahkeme tarafından verilmektedir. Diğer yandan, soruşturma evresinde gecikme yaşanan hallerde Cumhuriyet Savcısı tarafından da erişimin engellenmesine karar verilebilir. Her halükârda erişimin engellenmesi kararını veren Cumhuriyet Savcısı yirmi dört saat içinde kararını hâkim onayına sunmak zorundadır. Soruşturma veya kovuşturma evresinde erişimin engellenmesine sebebiyet verilen isnadın ortadan kalkması halinde erişimin engellenmesi kararı kendiliğinden hükümsüz kalır ve kuruma/erişim sağlayıcılara bildirilir. Erişimin engellenmesi kararı yukarıdaki anlatıldığı şekilde verilmekte ise dahi, kanunun 8. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen suçları oluşturan yayınların içerik veya yer sağlayıcısının yurtdışında olması halinde veya içerik veya yer sağlayıcının yurtiçinde olmasına karşın, Çocukların cinsel istismarı, Çocukların cinsel istismarı, Fuhuş, Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama ve Futbol ve Diğer Spor Müsabakalarında Bahis ve Şans Oyunları Düzenlenmesi Hakkında Kanunda yer alan suçlara ilişkin yayınların erişiminin engellenmesine, Bilgi Teknoloji ve İletişim Kurumu Başkanı tarafından re’ sen karar verilir. Bu karar erişim sağlayıcısına bildirilerek yerine getirilmesi istenir. Bu aşamada bir bilişim avukatı ile itiraz şansı mevcuttur. Erişimin engellenmesi kararı idari veya koruma tedbiri olarak da verilebilir. Nitekim, erişim ve yer sağlayıcılara bildirilen koruma sebebiyle verilen erişimin engellenmesi kararının derhal yerine getirilmesi gerekmektedir. İşbu kararın yerine getirilmemesi halinde, beş yüz günden üç bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır. Erişimin engellenmesi kararın idari tedbir olarak verilmesi halinde yine erişim ve yer sağlayıcıları bu kararı yerine getirmek zorundadır, kararın yerine getirilmemesi halinde 10.000,00 TL’ den 100.000,00 TL’ye kadar idari para cezası verilir. İdari para cezası verilmesinin akabinde 24 saat içinde yine yerine getirilmeyen karara karşı, kurumun yetkilendirilmesinin iptaline karar verilebilir.
  1. İlgili Bakanlıkların ve Cumhurbaşkanlığının Talebi üzerine Erişimin Engellenmesi Kararı
Yaşam hakkı, millî güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması, ile ilgili olarak hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhurbaşkanlığı ve ilgili bakanlıkların talebi ile erişimin engellenmesi kararı verilebilir. Karar içerik sağlayıcı veya yer sağlayıcıya bildirilerek, en geç yirmi dört saat içerisinde hâkimin onayına sunulur.  Dolayısıyla, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde ve ülke menfaatine aykırılık teşkil ettiği düşünülen yayınların erişiminin Cumhurbaşkanlığı ve bakanlıkların kararı ile engellenebilmesi düzenlenmiştir. Erişimin engellenmesi URL vb. üzerinden yapılır ancak teknik sebepler ile bunun gerçekleşmemesi üzerine internet sitesinin tümüne de erişim engellenebilir.
  1. İçeriğin Yayından Çıkarılması ve Erişimin Engellenmesi
İnternet ortamında kişilik haklarının ihlal edildiğini düşünen gerçek veya tüzel kişi, içerik sağlayıcısına, içerik sağlayıcısına ulaşamaması halinde yer sağlayıcısına ulaşarak, uyarı ile içeriğin yayından kaldırılmasını talep edebilir. Nitekim, hakkı ihlale uğrayan, doğrudan sulh ceza hakimliğine başvurarak içeriğin erişiminin engellenmesini talep edebilir. Hâkimin erişimin engellenmesine karar verdiği durumlarda yalnızca kişilik hakkı içeren yayının, ULR vb. şeklinde içeriğinin engellenmesine karar verir, zorunlu olmadıkça sitenin tümünü erişime kapatamaz. 
  1. Özel Hayatın Gizliliği Nedeniyle İçeriğe Erişimin Engellenmesi
İnternet ortamında özel hayatın gizliliğini ihlal edildiğini düşünen gerçek veya tüzel doğrudan Bilgi Teknoloji ve İletişim Başkanlığına başvurarak, içeriğin engellenmesi tedbirinin uygulanmasını isteyebilir. Erişimin engellenmesi istenen adresin tam adresi (URL) belirtilir. Talepte bulunanlar ayrıca, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Başkanlığına başvuru yapılmasının akabinde en geç 24 saat içinde Sulh Ceza Hakimliğine iletmek zorundadır, Sulh Ceza Hakimliği eğer ki kararı kaldırırsa Başkan işbu karara itiraz edebilir. Gecikmesinde sakınca bulunan hallerde, erişiminin engellenmesini Başkanın talebi üzerine BTK yerine getirir. Twitter, Youtube, İnstagram vb. Sosyal Medya Kuruluşları Açısından Türkiye’de Erişimin Engellenmesi Kararının Alınması ve Uygulanması Mevcut düzenlemede bahse konu içerik sağlayıcılarının Türkiye’de temsilcilikleri olmaması sebebiyle, erişimin engellenmesi kararlarının icrası diğer içerik sağlayıcılara göre değişkenlik göstermekte. İlgili sosyal medya cihetinde engellenmesi gereken içeriklerin akıbeti sosyal medya kuruluşlarının Türkiye’deki avukatlarınca yürütülmektedir.  Nitekim uygulamada, gerek 8. madde kapsamındaki suçlar açısından gerek 8. madde kapsamındaki suçlar dışındaki hukuka aykırı içerikler bakımından alınan erişimin engellenmesi kararı erişim sağlayıcılar birliğine veya erişim sağlayıcıya gönderilir ve erişimin engellenmesi istenir. Bilgi Teknoloji ve İletişim Başkanlığı tarafından sosyal medya kuruluşlarının avukatlarına bildirilen ve yerine getirilmesi istenen kararlar sosyal medya kuruluşunun tabi olduğu iç hukuk kurallarınca değerlendirilmeye alınarak incelenmektedir. İçeriğin sosyal medya kuruluşunun iç hukukuna uygun olduğuna veya bildirilen kararın hukuka aykırı olmadığına kanaat getirilmesi halinde, erişimin engellenmesi kararı yerine getirilmez. Diğer yandan, içeriğin Türk Hukukuna aykırı olduğuna kanaat getirilmesi halinde yalnızca Türkiye’ye erişimini engelleyerek yurtdışında yayının devamı da sağlanabilir. Bu sebeple, bu kuruluşlar cihetinde verilen erişimin engellenmesi kararının icrası kuruluşların inisiyatifine bağlı olmakla beraber bu aşamada bir bilişim avukatı ihtiyacı doğduğunu da unutmamak gerekmektedir.   Av. Tuğçe Aslan iletişime geçmek için tıklayınız
İdari Yargı
By Av. Mustafa Kemal Batur / 05 Mayıs 2020

Tam Yargı Davası -tazminat davası- Nedir, nasıl açılır?

  İdarenin bir işlem, eylem veya eylemsizliği sebebiyle bir kişisel hakkı ihlal edilen, maddi manevi zarara uğrayan kişiler tarafından açılabilecek dava türü tam yargı davasıdır. Tam yargı davasında, uğranılan maddi manevi zararın tazmini talep edildiğinden uygulamada tazminat davası olarak da ifade edilmektedir.    Tam Yargı Davalarının İptal Davalarından Farkı Tam yargı davaları ile iptal davaları çoğu zaman birbirine karıştırılmaktadır. İptal davalarının konusu sadece idari işlemlerdir, hukuka aykırı işlemin iptali istenir. İptal davalarını açmak için menfaat bağı yeterlidir. Tam yargı davalarının konusu ise idari işlem veya eylemlerdir. İhlal edilen hakkın yerine getirilmesi veya zararın tazmin edilmesi talep edilir. Dava açmak için kişisel bir hakkın ihlal edilmiş olması gerekir.  Tam yargı davalarında görevi mahkemeler konusuna göre idare ve vergi mahkemeleri ile Danıştay’dır.  Tam yargı davasının konusu bir idari işlem olduğunda ilgililer doğrudan tam yargı davası açabilecekleri gibi iptal ve tam yargı davalarını birlikte de açabilirler. Bir diğer seçenek olarak önce iptal davası açarak bu davanın karara bağlanması sonrasında kararın tebliği veya işlemin icra tarihinden itibaren süresi içerisinde tam yargı davası açılabilir.  İdari eylemler sebebiyle hakları ihlal edilmiş olanlar ise dava açmadan önce bu eylemi bildirim veya başka şekilde öğrendikleri tarihten itibaren 1 yıl içerisinde ilgili idareye başvuruda bulunarak eylem veya eylemsizlik sebebiyle ihlal edilen haklarının yerine getirilmesi için başvuruda bulunmaları gerekir. Başvurunun kısmen veya tamamen reddedilmesi halinde veya 60 gün içerisinde cevap verilmediği takdirde, 60 günlük sürenin bittiği tarihten itibaren dava süresi içinde dava açılabilir.  Tam Yargı Davalarında Süre
  • İdari işlemlere karşı açılacak tam yargı davalarında, işlemin tebliğ edildiği tarihten itibaren,
  • İptal davası sonucu açılacak tam yargı davalarında, iptal davasının sonucunun veya kanun yollarına başvurulmuşsa buradaki kararın tebliğinden itibaren,
  • İdari eylemler nedeniyle açılacak tam yargı davalarında idareye yapılan başvurunun sonucunun tebliği veya 60 günlük zımni ret süresinin bitiminden itibaren 60 gündür.
  • Vergi mahkemelerinde dava açma süresi 30 gündür.
Tam Yargı Davalarında İdarenin Hukuki Sorumluluğu Tam yargı davalarında idarenin zarara uğrayan kişilere karşı tazminat sorumluluğu iki temel hukuki sebebe dayanır. Bunlar idarenin hizmet kusurundan kaynaklanan kusurlu sorumluluk hali ve kusursuz sorumluluk halidir.  İdarenin hizmet kusuruna dayanan kusurlu sorumluluk halinde bir hizmetin kötü yapılması, hiç yapılmaması veya geç yapılması durumları söz konusu olmaktadır. Kamu hizmetinin eksik, geç veya kötü yapılması durumunda idarenin hizmetini kusurlu gerçekleştiği kabul edilir ve zarar görene karşı tazminat sorumluluğu doğar.  Kusursuz sorumluluk hallerinde meydana gelen zararda idarenin herhangi bir kusuru bulunmamaktadır. Bununla birlikte idarenin kusursuz sorumluluğu nedeniyle tazminata hükmedilebilmesi için oluşan zarar ile idarenin işlem veya eylemi arasında bir nedensellik bağı olmalıdır. İdarenin kusursuz sorumluluk halleri genel olarak tehlike veya risk içeren faaliyetlerinden kaynaklanmaktadır.  Tam Yargı Davasında Neler İstenebilir? İdarenin işlem, eylem veya eylemsizliği nedeniyle uğranılan zararlar maddi ve manevi zarar kalemleridir. İdarenin hukuka aykırı işlemi sebebiyle malvarlığında azalmaya sebep olan çalışma gücü kaybı veya uğranılan zararlar nedeniyle oluşan masraflar maddi zarar kalemlerine örnek verilebilir. Manevi zarar ise yapılan bu hukuka aykırı işlem sonucunda kişilerin yaşadığı elem, keder, üzüntü olarak ifade edilebilir. Danıştay 8. Dairesi 2008/7982E. 20121855K. ‘..Davacı sigorta şirketi tarafından sigortalanmış bulunan aracın İstanbul il sınırları içinde 20.10.2005 gününde yağmur suyu kanal ızgaraları nedeniyle yapmış olduğu tek taraflı maddi hasarlı trafik kazası sonucu oluştuğu ileri sürülen 10.875,00TL maddi zararın sigortalısına ödeme yapıldığı 11.11.2005 gününde itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte tazmini istemiyle açılan davada; Mahkemelerince yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucunda hazırlanan ve hükme esas alınabilir nitelikte görülen bilirkişi raporu uyarınca, davalı idarenin %40 oranında kusurlu olduğu anlaşıldığından ve Anayasal düzenlemeler ile yerleşik içtihatlar uyarınca idarelerin hizmet kusuru işlemesi nedeniyle meydana gelen zararları tazminle yükümlü olduğu açık olduğundan davalı idarenin kusur oranına tekabül eden 4.350,00TL maddi zararın idari başvuru tarihi olan 30.01.2006 gününden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalı idarece davacı şirkete ödenmesine..’  Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu 2015/2933E. 2016/326K. Dosyanın incelenmesinden; 20/11/2003 tarihinde İstanbul İli, Beyoğlu İlçesindeki İngiltere Konsolosluğu önünde meydana gelen bombalı terör saldırısı sonucu yaralanan ... ve yakınları tarafından, olay nedeniyle uğradıklarını ileri sürdükleri maddi ve manevi zararın tazmini istemiyle 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 13. maddesine göre davalı İçişleri Bakanlığı'na ve İstanbul Valiliği'ne 24/08/2004 tarihli dilekçe ile başvuruda bulunulduğu, başvurunun zımnen reddi üzerine olay nedeniyle meydana gelen zararlarının tazmini istemiyle 21/12/2004 tarihinde bakılmakta olan davanın açıldığı… İdarenin kusura dayalı ya da kusursuz sorumluluğu yanında, Anayasanın öngördüğü sosyal hukuk devleti anlayışına uygun olarak ve bu temel üzerinden, kollektif sorumluluk anlayışı çerçevesinde bilimsel ve yargısal içtihatlar ile geliştirilen sosyal risk ilkesi, Anayasanın yukarıda öngördüğü amaçların gerçekleştirilmesine yöneliktir. Esasen bilimsel ve yargısal içtihatlara dayalı olarak geliştirilmiş olsa da, Anayasanın 6. maddesinde öngörüldüğü üzere, hiç bir organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisini kullanamayacağına göre, sosyal risk ilkesi de tazminat hukukunun temel prensiplerine kaynak oluşturan Anayasa hükümlerine dayanılarak kabul edilmiştir. Daha açık bir şekilde vurgulamak gerekirse, terör olaylarından zarar gören bireylerin maddi ve manevi zararlarının idari yargı mercilerinin toplumsal risk ilkesi uyarınca tazminine ilişkin kararları, konuyu düzenleyen genel bir yasa olmadığından, doğrudan Anayasanın öngördüğü ilkelere dayanmış; bu ilkeler Danıştay tarafından yorumlanarak ilkeye uygulanabilirlik kazandırılmıştır. Sosyal risk ilkesi ile toplumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanan, idarenin faaliyet alanında meydana gelmekle birlikte, yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmayan, toplumsal nitelikli riskin gerçekleşmesi sonucu oluşan, salt toplumun bireyi olunması nedeniyle uğranılan özel ve olağandışı zararların da topluma pay edilerek giderilmesi amaçlanmıştır. Genel bir ifade ile "terör olayları" olarak nitelenen eylemlerin, Devlete yönelik olduğu, Anayasal düzeni yıkmayı amaçladığı, bu tür olaylarda zarar gören kişi ve kuruluşlara karşı kişisel husumetten kaynaklanmadığı bilinmekte ve gözlenmektedir. Sözü edilen olaylar nedeniyle zarara uğrayan kişiler, kendi kusur ve eylemleri sonucu değil, toplumun bir bireyi olmaları nedeniyle zarar görmektedirler. Belirtilen şekilde ortaya çıkan zararların ise, özel ve olağandışı nitelikleri dikkate alınıp, terör olaylarını önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemeyen idarece, yukarıda açıklanan sosyal risk ilkesine göre, topluma pay edilmesi suretiyle tazmini hakkaniyet gereği olup, sosyal devlet ilkesine de uygun düşecektir. 
Aile Hukuku ve Boşanma Davası
By Av. Mustafa Kemal Batur / 05 Mayıs 2020

Nişan Hükümleri ve Nişanın Bozulması Sonucu Hukuki Değerlendirme

Nişanlanma, kadın ve erkeğin karşılıklı evlenme vaadinde bulundukları bir hukuki işlemdir. Bu hukuki işlemin niteliği tartışmalı olmakla birlikte bağımsız bir aile hukuku sözleşmesi olarak kabul edilebilir. Karşılıklı evlenme vaadi ve bu vaadde bulunanların ayrı cinsten olmaları nişanlamanın kurucu unsurlarıdır.  Nişanlılığı sona erdiren haller; evlenme, tarafların anlaşması, bozucu bir şartın söz konusu olduğu durumlarda bu şartın gerçekleşmiş olması, evlenmenin imkansızlaşması (özellikle ölüm), kesin bir evlenme engelinin meydana gelmesi veya tek taraflı olarak nişanlılığı sona erdirme yani nişan bozmadır. Tarafların karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanları nişanlılığı sona erdirmeleri mümkündür. Tarafların anlaşarak nişanlılığı sona erdirdikleri bu durumda nişanın bozulması söz konusu olmadığından tarafların maddi veya manevi tazminat talepleri söz konusu olamayacaktır. Ancak hediyelerin geri verilmesi istenebilir.  Taraflardan birinin açık veya örtülü tek taraflı bir irade beyanı ile nişanlılık ilişkisine son vermesi nişan bozma veya nişanlanmadan dönme olarak isimlendirilir. Nişanı bozmak isteyen taraf nişan bozmada mutlaka haklı bir sebebe dayanması gerekmez. Haklı bir sebep olmaksızın taraflardan birinin nişanlılığı sona erdirebilmesi nişanlanmanın evlenmeye zorlama hakkı vermeyeceği ilkesinin bir sonucudur. Ancak haklı sebep olmaksızın nişanlılığı sona erdiren tarafın tazminat sorumluluğu gündeme gelir. O halde nişanın bozulmasını haklı sebeple bozma ve haklı bir sebep olmaksızın bozma olarak iki başlık altında incelemek gerekir.  Nişanlılardan birinin haklı bir sebep olmaksızın veya kendisinden kaynaklanan bir sebeple nişanlılığa son vermesi nişanın haksız bozulması halidir. Bu durumda nişanı haksız olarak bozan tarafın tazminat sorumluluğu gündeme gelir.  Nişanlılık ilişkisinin devamını ve evlenmeyi, taraflardan birinin devam ettirmesini beklemenin dürüstlük kurallarına aykırılık oluşturduğu haller nişanı bozma için haklı sebep sayılır. Haklı sebep, karşı tarafın kusurundan kaynaklanabileceği gibi her iki tarafın kusurunun olmadığı bazı durumlarda da mümkün olabilir. Ancak karşı tarafın kusurundan kaynaklı bir bozma söz konusu ise nişanı bozan taraf tazminat isteyebilecektir.  Nişan bozmada haklı sebep örnekleri :
  • Tarafların ilişkilerinde küçük kardeş veya yaşlı bir aile bireyinin bakımını üstlenme gibi yeni bir durumun ortaya çıkması.
  • Nişanlılardan birinin iflas etmesi gibi ekonomik durumun sarsılmasına sebebiyet veren değişiklikler
  • Nişanlılardan birinin sürekli ve ağır  veya iyileşme imkanı olmayan ya da bulaşıcı bir hastalığa yakalanması  
  • Nişanlısının bir karakter özelliğinde yanılma, 
  • Nişanlılığın devamını taraflardan beklenemez kılan inanç veya hayat felsefesi farklılığı
  • Nişanlının uygun bir süre içinde geçerli veya haklı bir sebep olmadan evlenmemesi
  • Nişanlıya karşı kötü muamelede bulunma veya aldatma
  • Doktrinde evliliğin mutlulukla sonuçlanmayacağına ilişkin haklı inancın olması halinde de nişanın haklı sebeple sona erdirilebileceği ifade edilmektedir. 
Sayılan bu sebepler uygulamada sıklıkla karşılaşılan sebeplerdir bu nedenle sınırlı sayıda değildir. Başka olay veya olgular da haklı sebep oluşturabilir. Öne sürülen sebebin nişanı bozmak için haklı bir sebep olup olmayacağı hakim tarafından nişanlıların sosyal durumları da göz önüne alınarak takdir edilir.                  NİŞANLILIĞIN SONA ERMESİNİN SONUÇLARI (Nişan atma) Nişanlılık evlenme ile normal şekilde sona ermişse, bundan sonra evliliğin genel hükümleri  söz uygulama alanı bulacaktır. Nişanlılığın evlilik ile sona ermesi dışındaki diğer sona erme hallerinde hediyelerin geri verilmesi gerekir. Nişanlılık ölüm veya gaiplik sebebiyle sona ermişse hediyelerin geri verilmesinden başka bir sonuç doğmaz. Ancak, nişanın haksız olarak bozulması durumunda bazı şartlar mevcut ise maddi ve manevi tazminat sorumluluğu gündeme gelecektir.    MADDİ TAZMİNAT SORUMLULUĞU Medeni Kanun’un 120. Maddesine göre haklı bir sebep olmaksızın nişanı bozan veya kusurlu bir davranışı yüzünden nişanın bozulmasına sebep olan taraf tazminat ödemekle yükümlü olacaktır. Maddi tazminat yükümlülüğünün içeriğini dürüstlük kuralı çerçevesinde ve evlenme amacıyla yapılan harcamalar, katlanılan maddi fedakârlıklar ve nişan giderleri oluşturmaktadır. Yargıtay kararlarında masrafların evlenileceğine güven duyularak yapılmış olması şartını dikkatle değerlendirmektedir. Bu sebeple nişanlanmadan önce veya nişanlılık ilişkisi sona erdikten sonra yapılan masrafların tazmin edilmesi mümkün olmayacaktır. Açılan davada davalı, nişanın haklı bir sebeple sona erdiğini veya kusurunun bulunmadığını ispat edebildiği takdirde tazminat sorumluluğundan kurtulabilecektir. Madde 120’ye göre, yukarıda ifade ettiğimiz şartların varlığı halinde yalnızca nişanlı değil, nişanlının anne babası veya onlar gibi hareket eden kimseler de diğer taraftan tazminat isteyebilecektir. Onlar gibi hareket eden kimseler ifadesinin içeriği oldukça geniştir. Bu kişiler evlenmenin yapılacağı kanaatiyle masraf yapan akrabalar olabileceği gibi örneğin Darülaceze gibi bir kurum da olabilir. Ancak sırf gösteriş için yapılan masrafların tazminatı mümkün olmayacaktır. Burada önemli olan nokta masrafların dürüstlük kuralına uygun olarak ve evlenileceği kanaatiyle yapılmış olmasıdır.    MANEVİ TAZMİNAT SORUMLULUĞU Maddi tazminattan farklı olarak nişan atma sonrası manevi tazminat isteme hakkı yalnızca nişanlılara tanınmıştır. Anne, baba veya onlar gibi hareket edenler manevi tazminat isteyemezler. Manevi tazminat talep edebilmek için öncelikle nişanlılık bozma ile sona erdirilmiş olmalıdır. Bozma dışına örneğin ölüm gibi bir sebeple sona ermişse manevi tazminat talep edilemez. Tazminat isteyen tarafın kişilik hakkı bir zarara uğramış olmalıdır. Bu zarar ile nişanın bozulması arasında uygun bir illiyet bağı bulunmalıdır. Tazminat ödemesi gereken tarafın kusurlu olması gerekir.  Maddi ve manevi tazminat davaları birlikte açılabileceği gibi ayrı ayrı da açılabilir.    HEDİYELERİN GERİ VERİLMESİ  Medeni Kanun’un maddesine göre, nişanlılık evlenme dışında bir sebeple sona ermişse, nişanlılar, anne baba veya onlar gibi davrananlar vermiş oldukları hediyelerin iadesini isteyebilirler. Ancak burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta her türlü hediye değil, yalnızca mutad dışı yani alışılmışın dışındaki hediyelerin iadesi istenebilir. Yargıtay kararlarına göre bu hususun tespiti için birlirkişiye başvurulabilir. Bir diğer önemli nokta bu hediyelerin nişanlılık dolayısıyla verilmiş olmalıdır. Hediyeler aynen veya mislen geri verilemiyorsa sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre para olarak ödenmesine karar verilebilir.    ZAMANAŞIMI Hediyelerin geri verilmesine ilişkin talep ile maddi ve manevi tazminat talepleri nişanlılığın sona ermesinden itibaren 1 yıl içinde talep edilmelidir. 1 yıllık sürenin dolması ile zamanaşımına uğrar.     Beyzanur Kılıç     YARGITAY KARARLARI  Yargıtay 3. Hukuk Dairesi 2019/3395E. 2019/10358K. ‘…Davacı-karşı davalı; nişan töreninin ertesi günü davalının davacıya “bu iş bitti, bundan sonra işin anamla babamla” diye mesaj attığını, iki gün sonra da davacının anne-babası davalının evine gittiklerinde davalının annesinin içeri almadığını, hakaret ve tehditlere uğradıklarını, haksız ve kötü niyetli olarak sebepsiz yere nişanın bozulduğunu, davalının kusurlu olduğunu, nişan merasimi için yapılan masrafların boşa gittiğini, nişanda takılan bir set, 4 bilezik, iki yüzük, bir saat, bir küpenin iade edilmediği, 1.500 TL değerinde üç takım kıyafet alındığını, nişan hazırlıkları için saz ekibi yiyecek içecek ve diğer masraflar için de 3.000 TL harcandığını belirterek; davacının uğradığı 10.000 TL maddi 10.000 TL manevi zararın faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı-karşı davacı; nişanın bozulmasında davacının kusurlu olduğunu; takıların davacıya verildiğini savunarak; asıl davanın reddine karar verilmesini istemiş; karşı davasında ise, nişanın bozulmasıyla hayallerinin yıkıldığını ve psikolojisinin bozulduğunu ileri sürerek; 10.000 TL manevi tazminata karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Mahkemece; asıl davanın kısmen kabulü ile, toplam; 14 grm 18 ayar altın olan küpe, kolye ve tek taş yüzükten ibaret olan 903,00 TL değerindeki takı setinin davalı tarafça aynen iadesine; aynen iade mümkün olmadığı takdirde, değeri olan 903,00 TL nin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine, davacının maddi tazminata yönelik diğer taleplerinin reddine; davacı ...'ın manevi tazminat talebinin reddine; davalı- karşı davacı ...'un manevi tazminata yönelik dava ve taleplerinin de reddine karar verilmiş; hükmün, taraf vekillerince temyiz edilmesi üzerine; Dairemizin, 26.10.2017 tarihli 2016/4251 Esas, 2017/14743 Karar sayılı ilamı ile; "...hüküm altına alınan ziynet eşyalarının cins, nitelik, miktar ve değerlerinin hükümde ayrı ayrı gösterilmesi ve taraflara yüklenen borç ile tanınan hakkın infazda güçlük çıkarmayacak biçimde belirtilmesi, dosyanın kuyumcu bilirkişiye tevdii ile, talep edilen ziynet eşyalarının gram, ayar ve niteliklerinin gözönüne alınarak, dosyada mevcut CD ve fotoğraflar incelenmek sureti ile, davacının talep ettiği ziynet eşyalarının, incelenen resim ve CD'lerden hangilerinin olup olmadığı tek tek yazılarak, buna göre takılan ziynetlerin hiçbir tereddüte yer vermeyecek şekilde belirlenmesi Yargıtay ve taraf denetimine elverişli bilirkişi raporu alınarak sonucuna göre hüküm kurulması gerektiği gerekçesiyle" hükmün bozulmasına karar verilmiş ve bozma nedenlerine göre, tarafların diğer temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine gerek görülmediği belirtilmiştir. Mahkemece, bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda; asıl davada; davacının davalıya 1 adet set taktığını ispat edemediğini, 4 adet bileziği ise davacı ...'ın nişandan sonra geri aldığını; geriye kalan hediyelerin ise, cins, nevi, gram ve değerlerinin tespiti için gerekli olan bilirkişi ve talimat masraflarını davacı ... vekilince verilen süre içerisinde yatırılmadığını dolayısıyla bu ziynetler yönünden de davasını ispat edemediğini; 3 adet takım elbisenin kullanmakla tüketilen eşya olduğundan talep edilemeyeceğini, nişanda yapılan masrafların ise belgelendirmediği gerekçesiyle davacının maddi tazminat taleplerinin tümden reddine, manevi tazminat yönünden ise asıl ve karşı davada her iki tarafın nişanın kişilik haklarına zarar veren bir eylem sebebiyle bozulduğunu ispat edemedikleri gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiş; hüküm, taraflarca temyiz edilmiştir. 1-)Dosyadaki yazılara, kararın bozmaya uygun olmasına ve delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davacının tüm, davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir…Yargıtay 3. Hukuk Dairesi 2016/11421E. 2018/1662K. ‘…Davacı, davalı ile 24/05/2015 tarihinde nişanlandıklarını, nişan nedeniyle; 1 adet altın söz yüzüğü, 1 adet altın nişan yüzüğü, 1 çift altın küpe, 2 çift ayakkabı, 1 çift tellik, ve 3 takım nişan elbisesi aldıklarını, ayrıca düğün salonu için 2.000TL masraf yaptığını, ancak ortada hiç bir neden yokken davalının nişanı bozduğunu, nişan ve düğün hazırlıkları nedeniyle hem kendisinin hem de ailesinin yıprandığını, maddi ve manevi zarara uğradıklarını, davalı aleyhine 10.000 TL maddi ve 15.000 TL manevi tazminata hükmedilmesini, yapılan yargılama giderlerinin davalı üzerine bırakılmasını talep etmiştir. Davalı, davacı ile görücü usulü ile tanıştığını, davacıya ısınamadığını, bir ay sözlü kaldıktan sonra nişan yapıldığını, davacının nişan için verdiği şeylerin tamamını davacıya iade ettiklerini, talep edilen tazminatı ödeyecek maddi imkanının olmadığını belirterek davanın reddini dilemiştir. Mahkemece, davanın kısmen kabulü ile, davacının nişan nedeniyle yaptığı 2.500,00 TL düğün salonu kiralama gideri ve 900 TL nişanlık elbisesi gideri olmak üzere 3.400,00 TL maddi tazminat ile 1.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiş, hüküm süresi içinde davalı tarafça temyiz edilmiştir. Dava nişanın bozulması nedeniyle maddi ve manevi tazminat talebine ilişkindir. 1-TMK'nın 122.maddesine göre, nişanlılık evlenme dışında bir nedenden dolayı sona ererse, nişanlıların birbirlerine vermiş oldukları, alışılmışın dışındaki hediyeler geri istenebilir. Nişanın bozulması nedeniyle mutad dışı hediyelerin geri alınmasına ilişkin davalarda kusur aranmaz. Nişanın bozulması halinde alışılmışın dışındaki hediyeler aynen, mevcut değilse mislen geri verilir veya karşılığı sebepsiz zenginleşme kurallarına göre, geri istenir. Hediyelerin verildiği ve iade edilmediği hususu her türlü delil ile ispat edilebilir. Alışılmış (mutad) hediyelerden kasıt; giymekle, kullanmakla eskiyen ve tüketilen eşyalardır. Kural olarak giymekle, kullanılmakla eskiyen ve tüketilen (elbise, ayakkabı vs. gibi) eşyaların iadesine karar verilemez.Somut olayda nişan kıyafetinin kullanılmakla giymekle, kullanılmakla eskiyen ve tüketilen eşya olduğu gözetilmeksizin bu masraf ve eşya yönünden maddi tazminat talebinin kabulü doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir. 2- 6100 sayılı HMK'nın 26. maddesinin 1. fıkrası “Hâkim, tarafların talep sonuçlarıyla bağlıdır; ondan fazlasına veya başka bir şeye karar veremez. Duruma göre, talep sonucundan daha azına karar verebilir.” hükmünü ihtiva etmektedir. Yasanın bu açık hükmünden de anlaşılacağı üzere hâkim, iki tarafın iddia ve savunmaları ile bağlı olup talepten fazlasına veya başkasına hükmedemez. Somut olay incelendiğinde, davacı dava dilekçesinde düğün salonu kira bedelini 2.000,00 TL olarak belirtmesi karşısında mahkemece taleple bağlılık kuralına aykırı biçimde, 2.500,00 TL düğün salonu kira bedelinin iadesine şeklinde talep aşılarak hüküm tesisi doğru görülmemiş, bu husus bozmayı gerektirmiştir. 3- Kişilik değerlerinde oluşan manevi zarar, kişilik değerlerinde oluşan objektif eksilmedir. Objektif eksilmeden ise, sadece o kişi için değil; toplumdaki diğer bireylerin de aynı zarara(duruma) düşmeleri anlaşılmaktadır. 4721 sayılı Yasanın 23. ve devamı maddelerinde kişilik haklarının korunmasına yönelik hükümler düzenlenmiş olup ilgili yasal hükümlerle manevi tazminat verilebilecek olgular sınırlandırmıştır. 4721 sayılı TMK. nun 121.maddesine göre, nişanın bozulması yüzünden kişilik hakları saldırıya uğrayan taraf, kusurlu olan diğer taraftan manevi tazminat olarak uygun miktarda bir para ödenmesini isteyebilir.  Bilindiği üzere; manevi tazminat, haksız bir eylemin yarattığı üzüntünün, duyulan elem ve acıların giderilmesini amaçlayan bir ödencedir. Manevi zarar, mal varlığına dokunmayan, yaşam, sağlık, namus, sır, aile mahremiyeti gibi mal varlığı harici varlıklarda meydana gelen azalma olup, bu zarar manevi tazminatla giderilmeye, azaltılmaya çalışılmıştır. Kişilik haklarının korunmasına ilişkin hükümlerin getiriliş amacı kişilik haklarına yönelik saldırıların bertaraf edilmesidir. Bu hali ile tek başına nişanın bozulması olgusu, manevi tazminata yol açan haksız fiilin eylemi kabul edilmeyecektir. Ayrıca, nişanın bozulması ile oluşan doğal üzüntü ve menfaat ihlalinin tazminat bakımından yeterli görülmesi halinde tazminat yaptırımı tarafları evlenme akdi yapmaya yönelteceğinden, bu durum kişilerin evlenme sözleşmesine ilişkin irade serbestisini ortadan kaldırma sonucunu doğuracaktır. Bu bakımından manevi tamzinat giderimi yerine kişinin evlenme akdine yönelik irade özgürlüğüne değer atfetmek muhakkak ki daha doğru olacaktır. Temyize konu uyuşmazlık konusunda; davalının sebep göstermeden nişanı bozduğu anlaşılmaktadır. Bu hali ile davalının, davacının kişilik haklarına saldırarak doğal üzüntüyü aşan şekilde manevi zarara(objektif zarar) yol açtığından söz edilemez. Bu itibarla manevi tazminat koşullarının somut olayda bulunmadığı gözetilerek bu istem bakımından red kararı verilmesi gerekirken kabulü doğru olmamış, bu husus da bozmayı gerektirmiştir. SONUÇ: Yukarıda birinci, ikinci ve üçüncü bentte açıklanan nedenlerle hükmün HUMK'nun 428. maddesi gereğince davalı yararına BOZULMASINA,.’
Aile Hukuku ve Boşanma Davası
By Av. Mustafa Kemal Batur / 05 Mayıs 2020

Boşanmanın Sebepleri ve Sonuçları nelerdir? Velayet ve Mal Taksimi

  Kanundaki geçerlilik şartlarına uygun olarak kurulan bir evlilik ölüm, gaiplik veya boşanma ile sona erebilir. Boşanma ise, eşlerin kanunda sayılan sebeplerden birine dayanarak açtığı dava sonucunda evlilik birliğinin hâkim kararı ile sona ermesidir. Türk Medeni Kanunu’na göre boşanma ancak hâkim kararı ile gerçekleşebilir ve mutlaka kanunda sayılan sebeplerden birine dayanılması gerekir.  Boşanma sebepleri Medeni Kanun’un 161-166. Maddelerinde düzenlenmiştir. Boşanma sebepleri çeşitli yönlerden sınıflandırılabilir. Örneğin, bir kısım boşanma sebeplerinde evlilik birliğinin çekilmez hale gelmesi şartı aranır. Bu tür boşanma sebeplerine nispi boşanma sebepleri denir. bu şartın aranmadığı boşanma sebeplerine ise mutlak boşanma sebepleri denir. Mutlak boşanma sebeplerinde evlilik birliği temelinden sarsılmış mı incelenmez. Mutlak sebeplerin varlığı halinde doğrudan boşanma kararı verilir. Bazı boşanma sebepleri kanunda özel olarak düzenlendiği için özel boşanma sebepleri olarak ifade edilmektedir. Evlilik birliğinin temelden sarsılması hali ise genel boşanma sebebidir.  Kanun sistematiğine uygun olarak özel boşanma sebeplerinden başlayarak inceleyelim:   ZİNA  Kanundaki tanıma göre zina, eşlerde birinin, evlilik birliği devam ederken, karşı cinsten bir kişi ile isteyerek cinsi münasebette bulunması’dır. Zinanın süreklilik arz etmesi gerekmez, eşlerden birinin bu fiili bir kez gerçekleştirmiş olması yeterlidir. Flört ve benzeri yakın ilişkiler zina sayılmamakla birlikte zinanın varlığına fiili karine teşkil edebilirler. Eşler ayrılık kararı sonucunda ayrı yaşıyor olsalar bile bir başkası ile cinsi bir münasebette bulunma hali zina sayılır. Zina, kusura dayalı özel ve mutlak bir boşanma sebebidir. Yani zinanın tespiti halinde hâkim boşanmaya karar vermek zorundadır. Ayrıca zinanın evlilik birliğini temelden sarsmış olup olmadığı araştırılmaz.  Zinayı öğrenen eş öğrenme tarihinden itibaren 6 ay içinde veya zina fiilinden itibaren 5 yıl içinde ne zaman öğrenmişse öğrenme tarihinden itibaren 6 ay içinde dava açmalıdır. Bu sürelerin geçmesi halinde dava hakkı düşer. Ayrıca af halinde de dava açılamaz. Yani zina fiilini öğrenen eş, karşı tarafı affetmişse bundan sonra dava açması söz konusu olamaz.    HAYATA KAST, PEK KÖTÜ MUAMELE VEYA ONUR KIRICI DAVRANIŞ Hayata kast, bir eşin diğerini öldürme veya intihara teşvik veya yardım etme gibi fiilleridir. Bir plan dahilinde öldürmeye çalışma, yaralı eşin hayatını kurtarmak için gerekeni yapmama, intihara teşvik veya yardım hayata kasta örnek oluşturabilir. Genel olarak hayata kasta yönelik veya hayatı kurtarmaktan kaçınmaya yönelik bir fiil arandığından sadece tehdit bu boşanma sebebi için yeterli değildir.   Kanuni ifadesiyle ‘pek fena muamele’, eşin vücut bütünlüğüne veya sağlığına yönelik saldırı içeren fiillerdir. Burada da yine fiilin kasten işlenmiş olması gerekir. Fiilde devamlılık aranmaz.  Eşlerden birinin diğerinin onur ve saygınlığına aykırı olarak haksız suretle hakaret etmesi, onu küçük düşürmeye yönelik davranışlar onur kırıcı davranışlardır. Örneğin doğru olmamasına rağmen eş aleyhine hırsızlık ihbarında bulunulması, eşin evden atılması mahkeme koridorlarında eşe hakaret edilmesi.  Sayılan bu boşanma sebepleri kusura dayalı, özel ve mutlak sebeplerdir. Tepsileri halinde hakim boşanma kararı vermek zorundadır. Zinada olduğu gibi 6 aylık ve 5 yıllık dava açma süreleri mevcuttur. Af halinde dava açılamaz.    KÜÇÜK DÜŞÜRÜCÜ SUÇ İŞLEME VE HAYSİYETSİZ HAYAT SÜRME  İşlenen suçun küçük düşürücü bir suç olup olmadığını hâkim takdir eder. Yani her suç bu boşanma sebebini oluşturmaz. Hırsızlık, dolandırıcılık, hileli iflas örnek verilebilir. Suçun evlendikten sonra işlenmiş olması gerekir. Suç evlenmeden önce işlenmiş ve eş bunu sonradan öğrenmiş ise şartları varlığı halinde eş hata ya da hileye dayanarak evliliğin iptalini talep edebilir. Bir diğer seçenek olarak evlilik birliğinin temelden sarsılmasına dayanarak boşanma davası açabilir.  Kumarbazlık, ayyaşlık, randevu evi işletme, hayat kadını olarak çalışma haysiyetsiz hayat sürme olarak sayılabilir. Bu fiillerin devamlı olması gerekir. Fiillerin boşanma sebebi olabilmesi için evlilik sırasında devam ediyor olması gerekir.  Küçük düşürücü suç işleme ve haysiyetsiz hayat sürme sebepleri ile boşanma kararı verilebilmesi için bu sebeplerin eş için birlikte yaşamayı çekilmez hale getirmesi gerekir. Bu sebeplerle boşanma davası açılabilmesi herhangi bir süreye bağlı tutulmamıştır, her zaman açılabilir.    TERK Eşlerden birinin haklı bir sebep olmaksızın ortak konuta dönmemesi, diğer eşin haklı bir sebep olmaksızın eşinin ortak konuta dönmesini engellemesi, eşin evlilik birliğinden doğan yükümlülüklerinden kaçınmak amacıyla ortak konutu terk etmesi veya diğer eşin ortak konutu terk etmeye zorlamaya yönelik fiillerdir. Kusura dayalı, özel ve mutlak bir boşanma sebebidir. Tespiti halinde mutlaka boşanma kararı verilir.  Terk fiili en az 6 ay sürmüş olmalıdır. bu süre dolmadan terke dayanılarak boşanma davası açılamaz. Süre dolmadan dönen eş, bir süre sonra tekrar terk ederse 6 aylık süre yeniden işlemeye başlar. Ayrıca terk eden eşe noter veya hakim aracılığıyla bir ihtarda bulunulması gerekir. Kanun’a göre bu ihtar terk fiilinin 4. Ayından itibaren yapılabilir. Bu şartların gerçekleşmesi halinde ihtara rağmen dönmeyen eşe terke dayalı boşanma davası açılabilir.    AKIL HASTALIĞI Akıl hastalığı sebebiyle boşanma kararı verilebilmesi için üç şart aranmaktadır: 1. Akıl hastalığı evlilik sırasında var olmalıdır, ne zaman başladığının önemi yoktur. 2. Hastalığın iyileşmeyeceği resmi sağlık kurulu raporu ile tespit edilmiş olmalıdır. 3. Akıl hastalığı, diğer eş için ortak yaşamı çekilmez hale getirmiş olmalıdır.  Akıl hastalığı sebebiyle boşanma davası her zaman açılabilir, herhangi bir süreye tabi değildir.  Yukarıda ifade ettiklerimiz özel boşanma sebepleridir. Medeni Kanun’un 166. Maddesi genel boşanma sebeplerini düzenlemektedir. Genel boşanma sebepleri evlilik birliğinin temelinden sarsılması, eşlerin boşanma hususunda anlaşmış olmaları, ortak hayatın kurulamaması veya fiili ayrılık olarak sayılabilir.  Evlilik birliğinin temelinden sarsılması sebebinde önceden öngörülemeyen pek çok olay söz konusudur. Bu olaylar sebebiyle evlilik birliği temelinden sarsılmış olmalı ve eşlerden en az biri için ortak hayatın sürdürülmesi mümkün görünmemelidir.  Eşlerin anlaşması hali bir diğer ifade ile anlaşmalı boşanma için evlilik en az 1 yıl sürmüş olmalıdır. Eşlerin birlikte başvurması veya bir eşin diğerinin açtığı davayı kabul etmesi gerekir.  Daha önce herhangi bir sebeple açılan boşanma davası reddedilmiş ve bu ret kararının üzerinden 3 yıl geçmesine rağmen ortak hayatın kurulamamış olması halinde eşlerden biri boşanma davası açabilir.    BOŞANMA KARARI VE SONUÇLARI Boşanma kararı ile evlilik sona erer. Bu sebeple boşanma kararı bozucu yenilik doğuran bir karardır. Boşanma kararı ile eşler yönünden, çocuklar yönünden ve mali birtakım sonuçlar doğar.   Boşanma Kararının Eşler Yönünden Sonuçları Boşanma kararı ile evlilik birliği sona erer, taraflar yeniden evlenebilirler. Ancak kadının yeniden evlenebilmesi içim Kanun’un 132. Maddesine göre 300 günlük bekleme süresinin geçmiş olması gerekir.  TMK Madde 132: Evlilik sona ermişse, kadın, evliliğin sona ermesinden başlayarak üç yüz gün geçmedikçe evlenemez. Doğurmakla süre biter.  Kadının önceki evliliğinden gebe olmadığının anlaşılması veya evliliği sona eren eşlerin yeniden birbiriyle evlenmek istemeleri hâllerinde mahkeme bu süreyi kaldırır. Boşanan kadın, kural olarak eski eşinin soyadını kullanamaz. Evlenmeden önceki soyadına dönmek zorundadır. Ancak, kadının eski eşin soyadını kullanmakta menfaati varsa ve bu kullanımın devam etmesi durumunun eski eşe zarar vermeyeceği ispatlanırsa hakim eski eşin soyadını taşımasına izin verebilir. Kadının bu hususa ilişkin talepte bulunması gerekir.  Boşanma kararı ile birlikte artık eşler birbirlerine eş sıfatıyla yasal mirasçı olamazlar. Birbirleri lehine yaptıkları ölüme bağlı tasarruflar da aksi yönde anlaşma yapmadıkları sürece boşanma kararı ile kendiliğinden hükümsüz olur. Mirasçılıktan çıkarma ya da mirastan yoksunluk sebepleri yok ise ve eşler arasında eş sıfatları dışında başka bir kan hısımlığı sebebiyle mirasçılık durumu söz konusu ise bu sebeple oluşan yasal mirasçılık devam eder. Boşanma Kararının Çocuklar Yönünden Sonuçları  Evlilik devam ederken velayet,  anne ve baba tarafından birlikte kullanılır. Boşanma sonucunda ise hâkim durum ve koşulları değerlendirerek velayeti anne veya babadan birine verir. Bu konuda kanun hâkime geniş bir takdir yetkisi vermiştir. Takdir yetkisindeki en önemli ve belki de hâkimi bağlayan tek husus çocuğun menfaatidir. Tarafların velayete ilişkin anlaşmış olmaları hâkimi bağlamaz. Yine tarafların maddi durumları ve çocuğun yetişme şartları da değerlendirmede dikkat edilecek hususlardır.  Boşanma sonrasında bir çocuğun doğması halinde, bu çocuğun velayetine ilişkin ayrı bir dava açılması gerekir. Velayet kendiliğinde boşanma kararına göre uygulanmaz.  Velayet kendisine bırakılan anne veya babanın ölümü halinde, velayet doğrudan diğerine geçmez, hakimin bu konuda karar vermesi gerekir.  Velayet kendisine verilmeyen tarafın çocukla kişisel ilişki kurma hakkı devam eder. Hakim kişisel ilişki kurulması ve düzenlenmesi durumunda karar verirken yine çocuğun menfaatine göre karar verir. Kanun’un 324. Maddesinde çocukla kişisel ilişki kuran tarafa bu ilişkiyi zedelememesi, çocuğun eğitim ve gelişimini engellemekten kaçınması gibi yükümlülükler yüklenmiştir.  TMK Madde 324: Ana ve babadan her biri, diğerinin çocuk ile kişisel ilişkisini zedelemekten, çocuğun eğitilmesi ve yetiştirilmesini engellemekten kaçınmakla yükümlüdür.  Kişisel ilişki sebebiyle çocuğun huzuru tehlikeye girer veya ana ve baba bu haklarını birinci fıkrada öngörülen yükümlülüklerine aykırı olarak kullanırlar veya çocuk ile ciddî olarak ilgilenmezler ya da diğer önemli sebepler varsa, kişisel ilişki kurma hakkı reddedilebilir veya kendilerinden alınabilir. Anne baba dışında kan hısımları gibi üçüncü kişiler de çocukla kişisel ilişki kurabilmek için hâkimden talepte bulunabilirler. Ancak burada anne ve babadan farklı olarak olağanüstü bir durum durumun varlığı halinde bu ilişki kurulabilir. Yani üçüncü kişi ile çocuk arasında kişisel ilişki kurulmasını haklı gösterecek bir yakınlık, durum bulunmalıdır.  Velayet kendisine verilmemiş olan eski eşin çocuğun bakım masraflarına katılma yükümlülüğü sona ermez, gücü oranında masraflara katılmak zorundadır. Hakim, iştirak nafakasına talep olmadan karar verir. Nafaka miktarı çocuğun ihtiyaçları, nafaka ödeyecek kişinin mali durumu göz önünde bulundurularak belirlenir. Çocuk kendisine bırakılmayan taraf çalışamayacak durumda ise ve başka geliri yoksa nafaka ödemez. Kural olarak çocuk ergin oluncaya kadar ödenir. Ancak, çocuk ergin olmasına rağmen eğitimine devam ediyorsa iştirak nafakası eğitim sona erinceye kadar devam eder. Bir diğer durum, çocuk ergin olduktan sonra bakıma muhtaç ise Medeni Kanun’un 364. Maddesi hükmüne dayanarak yardım nafakası talep edebilir.    Boşanmanın Mali Sonuçları  Boşanma sebebiyle mevcut ya da beklenen menfaatleri zedelenen taraf, karşı tarafın kusurlu olması, kendisinin ise kusursuz veya daha az kusurlu olmak şartıyla karşı taraftan maddi tazminat talebinde bulunabilir. Tazminat miktarı hâkim tarafından belirlenir. Tazminatın zararın tam karşılığı olması gibi bir zorunluluk bulunmamaktadır. Maddi tazminat boşanma davası ile birlikte istenebileceği gibi ayrı olarak da istenebilir.  Boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan taraf, kusuru ile buna sebebiyet veren diğer taraftan uygun bir miktar manevi tazminat ödenmesini isteyebilir. Manevi tazminatta da davacının hiç kusursuz olması aranmamış, davalıya oranla daha az kusurlu olması tazminat talebi için yeterli görülmüştür. Medeni Kanun’un 175. Maddesine göre boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, geçimini sağlayabilmek için diğer taraftan yoksulluk nafakası talep edebilir. Talepte bulunan tarafın boşanmada ağır kusurunun bulunmaması gerekir. Hiç kusursuz değilse bile davalı taraftan daha az kusurlu olmalıdır. buna karşılık maddi ve manevi tazminattan farklı olarak davalının kusurlu olması aranmaz. Bir diğer şart, nafaka isteyen eş, çalışma gücünden yoksun olmalı veya başka bir geliri, serveti bulunmamalıdır. Nafaka miktarı bunu ödeyecek olan eşim mali gücü ile orantılı olarak belirlenir. Uygulamada genellikle irat şeklinde ödenmesi kararlaştırılsa da toplu olarak ödenmesi de mümkündür. Nafaka miktarının azaltılması veya artırılması, değişen koşullara göre yeniden belirlenmesi veya kaldırılması için mahkemeye talepte bulunulmalıdır.  Evliliğin boşanma sebebiyle sona ermesinden doğan dava hakları, hükmün kesinleşmesinden itibaren 1 yıl geçmekle zamanaşımına uğrar.    MAL TAKSİMİ BOŞANMADA MAL TAKSİMİ Eşlerin evlilik birliği devam ederken sahip olduğu malların kullanımı, tasarrufu ve tasfiyesine ilişkin hususlar mal rejimini oluşturmaktadır. Mal paylaşımı, evlilik birliği içinde edinilen malların boşanma kararı ile taraflar arasında seçtikleri mal rejimine uygun şekilde paylaştırılması esasına dayanır. Mal rejiminin tasfiyesine ilişkin dava boşanma davasından sonra açılır. Boşanma davası ile aynı anda ayrı bir dava olarak açılması halinde boşanma kararının kesinleşeceği süreye kadar bekletici mesele yapılır.   01.01.2002’den önce yürürlükte olan Medeni Kanun’da eşler arasında yasal olarak ‘Mal Ayrılığı Rejimi’nin geçerli olduğu kabul edilmekteydi. 01.01.2002’de yürürlüğe giren yeni kanun ile eşler arasındaki yasal mal rejimi ‘Edinilmiş Mallara Katılma Rejimi’ olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle mal rejimi tasfiyesi yapılırken tarafların herhangi bir mal rejimi sözleşmesi yapmadığı ihtimalde 2002 öncesinde satın alınan mallar kimin üzerine kayıtlı ise onun sayılacaktır. 2002 sonrasında satın alınan mallar ise taraflar arasında paylaştırılacaktır. Her iki durumda da evlenmeden önce satın alınan mallar kişisel mallar olarak isimlendirilir ve tasfiyede hesaba katılmaz. Edinilmiş mallara katılma rejiminde temel kural malların yarı yarıya paylaştırılması olsa da tarafların malların alımına, iyileştirilmesine ilişkin katkıları değerlendirilir bu durumda paylaşma oranlarında birtakım farklılıklar söz konusu olabilir.  ÖLÜM HALİNDE MAL TAKSİMİ Eşlerden birinin ölümü halinde sağ kalan eş evlilik birliği içinde edinilen malların yarısı üzerinde katılma alacağı hakkına sahip olur. Bu durumda mal rejiminin tasfiye tarihi eşin ölüm tarihidir. Ölen eşin terekesinden öncelikle sağ kalan eşin katılma alacağı ödenir. Kalan tereke mirasçılar arasında paylaştırılır. Sağ kalan eş aynı zamanda yasal mirasçıdır. Bu sebeple kalan tereke üzerinde yasal mirasçı sıfatıyla diğer mirasçılarla birlikte miras payı bulunmaktadır.    Beyzanur Kılıç   YARGITAY KARARLARI  Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2014/2041E. 2014/3138K.   ‘…Dosyadaki belgelerden, davacı-davalı kocanın akıl hastası olduğu ve 2.7.2013 tarihinde kısıtlandığı anlaşılmaktadır. Davalı-davacı kadının akıl hastalığına dayalı bir boşanma davası yoktur. (T.M.K. madde 165) Davacı-davalı kocanın hareketleri iradi olmadığı ve bu sebeple kendisine kusur yüklenemeyeceğinden, davalı-davacı kadının Türk Medeni Kanununun 166/1. maddesine dayalı davasının reddine karar verilmelidir. Ancak davacı-davalı kocanın açtığı dava yönünden boşanma hükmü 15.1.2014 tarihinde kesinleştiğinden, davalı-davacı kadının davasında boşanma talebinin konusu kalmamıştır. Bu sebeple davalı-davacı kadının boşanma talebi yönünden “karar verilmesine yer olmadığına” şeklinde karar verilmesi gerektiğinden hükmün bozulması gerekmiştir.  Davacı-davalı koca 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 405. maddesinde yer alan sebeple kısıtlandığı ve babasının velayeti altına alındığı anlaşılmaktadır. Akıl hastalığının yıllardan beri süre geldiği dosya kapsamıyla sabit olup, bu durumda davacı-davalının ayırt etme gücü bulunmamaktadır. Ayırt etme gücü bulunmayan kısıtlının davranışlarının iradi olduğu da kabul edilemez ve bu sebeple kendisine kusur yüklenemez. 0 halde eşini, “raporlu deli, şerefsiz, aptal, vs.”diyerek aşağılayan davalı-davacı kadın tamamen kusurludur. Davacı-davalı koca yararına maddi ve manevi tazminata hükmolunması gerekirken, bu husus gözetilmeden, yazılı şekilde davalı-davacı kadın yararına maddi (T.M.K.madde 174/1) ve manevi (T.M.K.madde 174/2) tazminata ve yoksulluk nafakasına (T.M.K.madde 175) hükmolunması doğru bulunmamıştır. SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarda 2. ve 3. bentlerde gösterilen sebeplerle, kadının boşanma davası, kusur belirlemesi, tazminatlar ve yoksulluk nafakası yönünden BOZULMASINA,…’   Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2015/21712E. 2017/11K.  ‘…Toplanan delillerden davacı erkeğin, eşine 27/01/2014 tarihinde terk ihtarı ( TMK m.164) tebliğ ettirdiği anlaşılmaktadır. Bir eş, terk ihtarı çekmekle eşinin ihtar istek tarihinden önceki kusurlu davranışlarını affetmiş, en azından hoşgörüyle karşılamış olur. Affedilmiş veya hoşgörüyle karşılanmış olaylar da Türk Medeni Kanununun 166/1-2. maddesine dayalı boşanma davası için; boşanma sebebi olarak kabul edilemez. Davacı erkek eşinin ihtar tarihinden önceki kusurlu davranışlarını affetmiştir. İhtar istek tarihinden sonra davalı kadına yüklenebilecek başkaca yeni bir vakıanın varlığı da kanıtlanamadığına göre, boşanma davasının reddine karar verilmesi gerekirken davanın kabül edilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir. SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA,…’   Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2017/1286E. 2019/142K. ‘…bir davada ispat yükü, dayandığı vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan hak çıkaran yani vakıadan yararlanan kimseye aittir. TMK’nın 166/4. maddesinde de genel kuraldan ayrılmayı gerektiren herhangi bir düzenleme mevcut değildir. Şöyle ki, davacı daha önce bir boşanma davasının açıldığı ancak reddedildiği, bu davanın kesinleştiği ve kesinleşmeden itibaren üç yıllık süre zarfında ortak hayatın yeniden kurulmadığı hususundaki vakıalara dayanmaktadır. Bu vakıaların ispatı hâlinde elde etmek istediği sonuç “boşanma” kararı verilmesidir. Dolayısıyla TMK’nın 166/4. maddesine dayalı davalarda ispat yükü davacıdadır ve davacı davasını dayandırdığı olguları ispat etmek zorundadır. Bu hususta tanık anlatımları, zabıta araştırması, nafaka, icra ve ceza dosyaları…gibi daha bir çok ispat aracına başvurabilecektir. Somut olaya gelince; davacının daha önce açtığı boşanma davasının, “davacının davasını ispatlayamadığı gerekçesiyle” reddedilerek 20.01.2010 tarihinde kesinleştiği ve kesinleşme tarihi ile eldeki davanın açıldığı tarih arasında üç yıldan fazla bir sürenin geçtiği sabittir. Ne var ki, davacı, 11.12.2013 tarihli ön inceleme duruşmasında “davaya ilişkin bildireceğim delilim yoktur” demek suretiyle kanunda öngörülen üç yıllık süre içerisinde ortak hayatın kurulması amacıyla bir araya gelinmediği hususunda herhangi bir ispat vasıtası sunmayacağını ortaya koymuştur. Davalı kadın ise davaya cevap vermediği gibi duruşmalara da katılmamıştır. Bu durumda, HMK’nın 128. maddesi gereğince dava dilekçesinde ileri sürülen vakıaların tamamını inkâr etmekle yetinmiştir. Eldeki davanın resen araştırma ilkesinin uygulandığı bir dava olmadığı da açıktır. Bu sebeplerle, yukarıda açıklanan hususlara değinen yerel mahkeme direnme kararı usul ve yasaya uygundur. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, olayın özelliği itibariyle ispat külfetinin davalıda olduğu, menfi bir olgunun ispatının davacıya düşmeyeceği, kanunun amacına uygun yorum yapılması gerektiği, TMK’nın 166/4. maddesinde dayalı olarak açılan davalarda bir karinenin varlığının söz konusu olduğu, daha önce açılan boşanma davasının tarafların ayrı yaşadığına dair bir karine olduğu ve HMK’nın 190/2. maddesine göre de karinenin aksinin davalı tarafça ispat edilmesi gerektiği, yine tarafların yerleşim yeri adreslerinin ayrı olmasının ve davacının başka biriyle olan birlikteliğinden bir çocuğun dünyaya gelmesinin tarafların ayrı yaşadığını gösterdiği, bu durumda ispat yükünün yer değiştirdiği, sonuç olarak bozma kararının yerinde olduğu görüşleri ileri sürülmüşse de bu görüşler Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.  Açıklanan nedenlerle, daha önceden açılan ve reddedilip kesinleşen davadan sonra eşlerin ortak hayatı kurmak amacıyla bir araya gelmediklerine dair vakıanın davacı tarafından ispat edilemediği gerekçesiyle davanın reddine dair verilen direnme kararının onanması gerekmiştir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının ONANMASINA,…’
1 3 4 5 6 7 23