Blog Son Yayınlar

İdari Yargı, Yabancı ve Vatandaşlık Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 04 Nisan 2020

Türk vatandaşı ile evlenmek ve vatandaş olmak, red takdir yetkisi

Evlenme yoluyla vatandaşlığın kazanılması Türk Vatandaşlığı Kanununun 16. Maddesinde düzenlenmiş olup, en az 3 yıldan beri evli olan ve evliliği devam eden yabancıların evliliğinin aile birliği içerisinde olduğunun tespit edilmesi, evlilik birliği içerisinde bağdaşmayacak bir faaliyette bulunmadığının tespiti ve milli güvenlik ve kamu düzeni bakımından engel teşkil eden herhangi bir davranışının bulunmaması halinde bu yola başvurabilmektedir.  Türk vatandaşlığının evlenme yoluyla kazanılması  Madde 16 (1) Bir Türk vatandaşı ile evlenme doğrudan Türk vatandaşlığını kazandırmaz. Ancak bir Türk vatandaşı ile en az üç yıldan beri evli olan ve evliliği devam eden yabancılar Türk vatandaşlığını kazanmak üzere başvuruda bulunabilir. Başvuru sahiplerinde;  a) Aile birliği içinde yaşama, Kanun koyucu evlenme yolu ile vatandaşlık kazanımında aile birliğini koruma ve muhafaza etme amacı taşıdığından genel vatandaşlık yollarında aranan şartların hepsini aramamıştır. Bu nedenle, ilgili başvurunun kesinlikle formalite olmaması ve gerçekten bir evlilik ilişkisini yansıtması gerekmektedir. Ayrıca, aile birliği içerisinde yaşama olgusu Bakanlıkça aile konutunda birlikte yaşamama zorunluluğu olarak değerlendirilmemekle birlikte, eşlerin arasında evliliğin gerçek bir ilişki olduğunun tespitini yeterli saymaktadır. Bu sebeple, uzak mesafe yolu ile dahi evliliğini yürüten çiftlerin bu yol ile vatandaşlık kazanımı mümkündür. b) Evlilik birliği ile bağdaşmayacak bir faaliyette bulunmama En az 3 yıldan beri Türk vatandaşı ile evli olan ve evliliğini devam ettiren eşin, başvuru tarihinden itibaren gözetilecek olan evlilik birliği ile bağdaşmayacak herhangi bir faaliyette bulunup bulunamadığı araştırılarak, bu hususa herhangi engel bir davranışın olup olmadığı tespit edilecektir. Nitekim, bu faaliyetlerin başında, fuhuş yapmak, aracılık etmek vb. faaliyetlerde bulunmamış olunması gerekmektedir.  c) Millî güvenlik ve kamu düzeni bakımından engel teşkil edecek bir hali bulunmama,  Milli güvenlik ve kamu düzeni bakımından engel teşkil edecek bir hali bulunmama durumu uygulamada karşımıza en çok çıkan vatandaşlığın reddi sebeplerindendir. Genel olarak, ülkenin mevcut siyasi istikrarı gözetilmesi mahiyeti ile oluşturulmuş kamu düzeni ve ulusal bilince halel gelmemesi adına düzenlenen milli güvenlik, Türkiye toplum yapısını temelden sarsan bir ilişkinin bir parçası veya herhangi bir terör örgütü üyesi mensubu olan, bu örgütlere ilişkin herhangi bir sempati besleyen veyahut iltisak sahibi kişilerin vatandaşlık başvurusunu kabul etmemektedir. Nitekim, ilgili hususa ilişkin somut bir delile rastlanılması halinde milli güvenlik ve kamu düzeni bakımından engel teşkil edecek bir hali bulunması gerekçesiyle vatandaşlık başvurusu reddedilmektedir.  Vatandaşlık başvurusu yapmış iseniz ve vatandaşlık başvuru ret gerekçenizde, Milli Güvenlik ve Kamu Düzeni yazmakta ise vatandaşlık başvurunuzda ülkenin milli güvenliği ve kamu düzenine engel teşkil edecek herhangi bir durumunuzun olduğu ifade edilmektedir. Yalnızca, terör örgütü ile ilgili olmasının yanı sıra /eşiniz/aileniz veyahut sizin hakkınızda süren herhangi bir soruşturma veyahut kovuşturma dahi dolayısıyla bu sebeple ret gerekçesi verilmiş olabilir. Nitekim, birçok kuruma hakkınızda yazılan yazılara istinaden celp olunan ilgili belgelerin gizli olması dolayısıyla İçişleri Bakanlığı tarafından bilgi almanın oldukça zor olduğu düşünüldüğünde, bu hususun sebebinin ve dayandırılan ve delil gösterilen belgelerin mahiyetini öğrenebilmek amacıyla İdari Dava açmak son derece önemlidir. Kaldı ki, milli güvenliğe veya kamu düzenine engel teşkil eden durum şahsi olarak sizin ile ilgili olmadığı sonuçlarına bile ulaşılabilmektedir. Ancak Vatandaşlık başvuru ret gerekçenizde Taktir Yetkisi yazması halinde ise, tüm şartları taşımış olmanızın yanı sıra idare tarafından olumsuz kanaat kullanıldığı ifade edilmek istenmektedir. İlgili başvuru ret gerekçeleri esasen Bakanlık tarafından spesifik olarak açıklanmamakla birlikte, ret gerekçesini idari dava yoluyla öğrenme şansımız bulunmaktadır. Ayrıca işbu kanaatin kamusal sınırlarının aşması halinde de idari işlemin iptali için iptal davası gündeme gelmektedir. Madde 16 (2) Başvurudan sonra Türk vatandaşı eşin ölümü nedeniyle evliliğin sona ermesi halinde birinci fıkranın (a) bendindeki şart aranmaz. (3) Evlenme ile Türk vatandaşlığını kazanan yabancılar evlenmenin butlanına karar verilmesi halinde evlenmede iyiniyetli iseler Türk vatandaşlığını muhafaza ederler. Türk Vatandaşlığı Kanunun 16. Maddesinin 2. Maddesinde, vatandaşlık başvurusunda sonra destekleyicinin ölmesi hususu düzenlenmiştir. Nitekim bu madde uyarınca Türk vatandaşı eşin ölümü halinde kazanılmış vatandaşlığa olumsuz bir etkisi olmamakla birlikte kazanılmış vatandaşlık bakidir. Başvuru sonuçlanmadan ölen Türk Vatandaşı eşin durumunda ise yine bir değişiklik olmayarak, vatandaşlık başvurusu sonuçlandırılacaktır. Türk vatandaş eşin ölümü vatandaşlık kazanmaya engel olmayacaktır. Bu maddeden hareketle, evliliğin boşanma yolu ile sona ermesi durumundaki sonuçlarının akıbeti akla gelmektedir. Nitekim, Türk Vatandaşlığı kanunda bu hususa ilişkin özel bir düzenleme bulunmasa dahi, evliliğin iyi niyet çerçevesinde kurulduğu ve evlilik birliği içerisinde aile birliği içerisinde devam ettiği halinde, ölüm halinde Türk Vatandaşlığının korunması yorumundan hareketle, evliliğin boşanma ile sona ermesi haline de bu yorumun kıyas yolu ile uygulanabileceği ve başvuru sonrası boşanma halinin başvuruya etkisi olmaksızın sonuçlandırılması gerekmektedir.   Av. Tuğçe ASLAN / Batur Bölükbaşı Avukatlık Ortaklığı   Vatandaşlık başvurunuzun yukarıda açıklanan veyahut açıklanmayan nedenler ile reddedilmesi halinde Avukatlık Ortaklığımız ile iletişime geçerek daha detaylı bilgi alabilirsiniz.
İmar ve Gayrimenkul Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 04 Nisan 2020

Konut davalarının tüketici mahkemesinde görülmesi ve sonuçları

6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun amacı işbu kanunun 1. Maddesinde düzenlenerek, kamu yararına uygun olarak tüketici konumundaki kişinin hak ve çıkarlarını gözetmek olduğu vurgulanmıştır. TKHK kapsamında koruma altına alınmış dava ve işler tüketici mahkemelerinde görülmektedir. Nitekim, günden güne tüketicinin ihtiyaç ve taleplerine göre şekillenmiş Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunda son yapılan değişiklikler ile birlikte konut ve tatil amaçlı taşınmaz mallara ilişkin uyuşmazlığın Tüketici Mahkemelerinde görüleceği kararlaştırılmıştır. Uygulamada genel mahkemeler ve tüketici mahkemeleri arasında görev uyuşmazlığına yönelik tartışmalar devam etmekte olduğundan değerlendirilme ihtiyacı duyulmuştur.
  1. TKHK kanunun amacı tüketici koruma amacı güttüğünden, taşınmaza ilişkin sınıflandırma da yalnızca konut ve tatil amaçlı taşınmazlar kanunun kapsamına dahil edilmektedir. Nihayetten, ticari sebeplerle iktisap edilmiş taşınmaza ilişkin uyuşmazlıklar bu kanun kapsamında korunmamaktadır. Daha da açıklamak gerekirse, bir tacirin ticareti için kullanacağı taşınmaza ilişkin uyuşmazlıkların çözüm yeri genel mahkemelerdir. 
  1. Konut ve tatil amaçlı elde edilen taşınmaza ilişkin uyuşmazlığın tüketici mahkemelerinde görülebilmesi için bu faaliyeti tüketiciye gerçekleştiren taraf mutlaka ticari veya mesleki amaç güden gerçek veya tüzel kişi olmak zorundadır.
  1. Doğrudan ticari amaç güden yükleniciden veyahut firmadan satın alınan konutların tüketici mahkemesinde görülebilmesinin diğer bir ön koşulu taşınmaza ait satım sözleşmesinin resmi şekilde yapılmasıdır. Nitekim, satım (vaadi) sözleşmesinden bağımsız başkaca bir yolla yapılan satışlarda bu husus değerlendirilerek eksik olması halinde tüketici mahkemelerinde görülmeyecektir.
  Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmesine Dayanarak Yapılan Konut Satışları Arsa Payı Karşılığı İnşaat Sözleşmeleri ile Kat Karşılığı (Alacağın Temliki Suretiyle) İnşaat Sözleşmesi arasında farklılıklar bulunmaktadır. Alacağın temliki suretiyle yüklenicinin daireyi 3. Kişilere satma amacıyla yapmış olduğu sözleşmelerde çıkan uyuşmazlıkların çözüm yeri tüketici mahkemeleridir. Ancak, yüklenici değil de arsa sahibinden alınan dairelere ilişkin uyuşmazlıkların çözüm yeri tüketici mahkemeleri değil genel mahkemelerdir.  Hal böyle ki, işbu TKHK kapsamı dışında olan diğer hallerden birisi de yüklenici ile arsa sahipleri arasında imzalanan Arsa Payı Karşılığı İnşaat Sözleşmeleri olup işbu sözleşmeden çıkan uyuşmazlıklar, Borçlar Kanunu hükümlerine dayanarak eser sözleşmesi mahiyetine haiz olması gerekçesiyle uyuşmazlık çözüm yeri genel mahkemelerdir.  Nitekim, konut taşınmazlarından kaynaklı davalardaki uyuşmazlığın çözüm yerlerinin tespitinde öncelikle tüketicinin konut alma iradesinin ve yüklenicinin ticari amaç güttüğünün tespiti yapılacak olup örneğin bina yapımına başlamayan yükleniciye karşı yöneltilecek satış bedelinin iadesi, kira kaybının alacağı vb. uyuşmazlık için dava ve talepler tüketici mahkemesinde görülecektir.   Av. Tuğçe ASLAN / Batur Bölükbaşı Avukatlık Ortaklığı   Avukatlık Ortaklığımızca takip edilen davalara ilişkin süreç ve işleyiş hakkında daha detaylı bilgi almak için bizimle iletişime geçebilirsiniz.
Yabancı ve Vatandaşlık Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 04 Nisan 2020

Yabancıların teminat yatırma mükellefiyeti

Ülkemiz yargılamasında kural olarak Türk veyahut yabancı gerçek/tüzel kişilerin dava açması, davaya katılması, icra takibine girişmesi esasen teminat yatırma şartına bağlı değildir. Ancak, kimi durumlarda davacının haksız çıkması ihtimaline binaen teminat yatırılması istenmektedir. Nitekim, Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanunun 48. Maddesi, teminat hususunu düzenlemiştir.  Teminat  Madde 48  1. Türk mahkemesinde dava açan, davaya katılan veya icra takibinde bulunan yabancı gerçek ve tüzel kişiler, yargılama ve takip giderleriyle karşı tarafın zarar ve ziyanını karşılamak üzere mahkemenin belirleyeceği teminatı göstermek zorundadır. Nitekim, MÖHUK’un 48. Maddesi uyarınca, Türk vatandaşı olmayan yabancı devlet vatandaşları ile hiçbir devlet vatandaşı olmayan veya vatandaşı bulunduğu devlete vatandaşlık bağı zayıflamış bulunan vatansız veya mülteciler de Türkiye’de dava açarken teminat yatırma zorunluluğu bulunmaktadır. Ancak, çifte vatandaşlar için teminat zorunluluğu bulunmamaktadır. Tüzel kişiler bakımından yabancılık ise, statülerindeki idari merkezlerine göre belirlenmektedir. İdare merkezinin yabancı bir ülkede bulunması halinde tüzel kişi yabancı sayılmaktadır. İdare merkezinin Türkiye’de bulunduğu hallerde Türk tüzel kişisi sayılmaktadır. Mahkemenin takdirine bağlı teminatın para olarak yatırılması söz konusu olup, Yargıtay kararları yabancı tarafından yatırılacak teminatın döviz cinsinden yatırılması gerektiği kanaatini taşımaktadır. Teminat miktarı da somut olayın şatlarına göre mahkemece serbestçe taktir edilir. Yabancı tarafından yatırılan teminat, karşı tarafın zararının yanında devletin yargılama giderlerini karşıladığından kamu düzeni olarak adlandırılarak mahkemece kendiliğinden dikkate alınır.  Tüm bunların yanı sıra, Türkiye ile Yabancının mensup olduğu ülke arasında teminat hakkında muafiyet öngören bir anlaşmanın var olması halinde bu anlaşma hükümleri çerçevesinde yabancı teminat yatırmaktan muaf olabilir. Nitekim, MÖHUK 48/2’nin amir hükmü gereği, ülkeler arasında karşılılık ilkesinin mevcut olması halinde muafiyet hükümleri devreye girecektir. 2. Mahkeme, dava açanı, davaya katılanı veya icra takibi yapanı karşılıklılık esasına göre teminattan muaf tutar. Türkiye teminattan muafiyeti öngören milletlerarası anlaşmalardan bazıları;
  1. Hukuk Usulüne Dair La Haye Anlaşmasının17. Maddesine göre, devletlerden birinde ikametgâh sahibi olup taraf ülkelerden birinde dava açan kişilerden yabancı olmaları dolayısıyla teminat alınmaz.
  2. 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Anlaşmasının 16. Maddesi ile mülteciler mutad meskeninin bulunduğu taraf devlette teminat yatırmaktan muaf tutulmuştur.
  3. Avrupa İkamet Anlaşmasının 9. Maddesinde, taraf devlet vatandaşları için herhangi bir teminat istenmeyeceği kararlaştırılmıştır.
  Av. Tuğçe ASLAN / Batur Bölükbaşı Avukatlık Ortaklığı   Yabancıların teminat yatırma yükümlülüğü hakkında iletişime geçmek için tıklayınız
Miras Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 04 Nisan 2020

Vasiyetnamenin tenfizi nedir?

  Türk Medeni Hukukunda vasiyetname, kişinin ölümünden geçerli olmak üzere mirasçılarına veyahut belirlediği kişilere belirli bir mal varlığı bırakması amacıyla ikame etmiş olduğu ölüme bağlı bir tasarruf işlemidir. Nitekim, vasiyetname resmi, el yazılı ve sözlü olmak suretiyle oluşturulabilir. Yine, vasiyetname yapma ehliyeti Medeni Kanun’da düzenlenmiş olup, somut olaya göre vasiyetnamenin hükümsüzlüğü irdelenmektedir. Vasiyetnamenin düzenlenmesi akabinde miras bırakının ölümünden sonra vasiyet görevli ve yetkili mahkemesinde açılır. Nitekim, vasiyetnamenin açılması ile kesinleşen vasiyetnamenin içeriğinin yerine getirilmesine öğretide vasiyetnamenin tenfizi denilmektedir. Vasiyet ile bırakılan mal varlığının vasiyet alacaklıları adına hüküm ve tescili amacıyla vasiyet alacaklısının vasiyeti yerine getirilmesini isteme yükümlülüğü doğar. Nihayetten, vasiyetin yerine getirilmesi vasiyetin açıklanmasından ayrı bir işlem olup; vasiyetin yerine getirilmesi istenmedikçe vasiyet alacaklılarına bırakılan mal varlığı cihetinde tescil veyahut devir işlemi yapılmaz. Vasiyetin Tenfizi yani vasiyetin yerine getirilmesi istenmesi davası, vasiyeti yerine getirmeyen vasiyet yükümlüsüne karşı açılabilir.  Belirli mal olarak vasiyetnameye konu edinmiş mal taşınmaz ise, vasiyet alacaklılarına intikali ancak tapuya tescili ile mümkündür. Bu sebeple, tescil yapılmadığı sürece vasiyete konu malvarlığının mülkiyeti vasiyeti yerine getirme yükümlüsü mirasçılara aittir. Hülasa, vasiyetnamedeki vasiyet alacaklısının vasiyet yükümlülerine karşı dava açarak, vasiyetnamenin Tenfizi ile bahse konu taşınmazın tarafına tescilini talep edebilir.  Belirli mal olarak vasiyetnameye konu edinmiş mal taşınır ise, tapu tescil işlemi gibi bir sürece maruz kalkınmaksızın zilyetliğin tarafına teslimini talep edebilir. Veyahut genel haciz yolu ile de teslime konu taşınırı elde etme imkanına sahiptir.
İş Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 04 Nisan 2020

İşe İade Davası Nedir, Kimler Başvurabilir, Sonuçları Nelerdir?

  İşe iade davası, işçinin haklı bir neden olmaksızın işine son verilmesi halinde, işyerinde aynı koşullar altında tekrar işe başlatılmasını talep eden bir dava türüdür. İşe iade davası, işçinin diğer alacakları ile birlikte dava edilemez. İşçi, ayrıca işe tekrar başlatılmasını talep eden bir dava açmalıdır. Mahkemece işe iade davasının kabulü halinde, işveren işçiyi işe başlatmakla yükümlüdür. Mahkemenin işçinin işe başlatılmasına karar vermesine rağmen, işçiyi işe başlatmayan işveren işçiye işe başlatmama ve boşta geçen süre tazminatlarını ödemek durumundadır.  

Kimler Başvurabilir?

  İşe iade davasını, iş sözleşmesi hiçbir sebep gösterilmeksizin feshedilen veyahut fesih sebebinin geçerli olmadığı iddiasını öne süren; İş güvencesi kapsamında, En az 6 ay kıdeme sahip, En az 30 işçinin çalıştığı iş yerinde çalışan işçiler açabilir.   

Arabuluculuk Zorunlu Mudur?

  İş Kanunda yapılan düzenlemelere ilişkin 0.01.2018 Tarihinde Yürürlüğe giren değişiklik uyarınca, işçi işe iade davası açmadan önce, fesih bildirimin tarafına tebliğ tarihinden itibaren 1 ay içinde arabuluculuğa başvurmak zorundadır. Arabuluculuk faaliyeti sonrasında anlaşamama halinde, son tutanağın düzenlendiği tarih baz alınarak iki hafta içerisinde iş mahkemelerinde işe iade davası açılabilir.  

İşe İade Davasının Kabulü ve İşverence Yapılan Feshin Geçersizliğinin Sonuçları

  İş Kanuna göre, işe iade davalarında feshin haklı veyahut geçerli olduğunu ispat etme yükümlülüğü işverende olduğundan, işveren tarafından feshin geçerli bir nedene dayandığı ispatlanamadığı taktirde, mahkemece feshin geçersizliğine karar verilerek, işçinin işe başlatılmasına, işçinin işveren tarafından işe başlatılmaması halinde ise işçiye en fazla 4 aylık ücreti ile hesaplanacak boşta geçen süre tazminatı ile en fazla 8 aylık ücreti ile hesaplanacak işe başlatmama tazminatı ödenmesine karar verilir. Feshin geçersizliğine dair kesinleşen kararın işçiye tebliği ile işçi 10 iş günü içinde işverene bildirimde bulunarak işe başlatılmasını talep etmek zorundadır. Kesin süre içerisinde işverene başvurmayan işçi fesih işlemini geçerli kabul etmiş sayılarak, işe iade hakkını kaybeder. İşçinin süresi içerisinde işverene başvurması halinde, işveren işçiyi 1 ay içinde işe başlatmak zorundadır. İşverenin işçiyi 1 ay içerisinde işe başlatmaması halinde, boşta geçen süre ücretini ve işe başlatmama tazminatını ödemek mecburiyetinde kalmaktadır.  İşe iade davasını kazanan işçiye ödenecek olan boşta geçen tazminatı, işçinin işe başlatılıp başlatılmamasından bağımsız olarak, her ihtimalde işçiye ödenir.   İşe İade Kararının İcrası Nasıl Gerçekleşir? Feshin geçersizliği hükmünden sonra kararda yer alan boşta geçen süre ve işe başlatmama tazminatı ve diğer hakların işçi tarafından talep edilebilmesi ancak işçinin usulüne uygun yaptığı bir başvuru sonucunda işveren tarafından işe başlatılmaması şartına bağlıdır. Bunun üzerine işçi isterse, feshin geçersizliğine karar verilen kararı ilamsız icra yolu ile icraya koyarak alacaklarını talep edebilir. İlamsız icraya koyulan alacağa işveren tarafından itiraz edilmesi halinde ise iş mahkemelerinde itirazın iptali davası açılarak, itirazın iptalini talep edebilir. İtirazın iptali davası yoluna başvurmak istemeyen işçi, alacakları için iş mahkemelerinde ayrıca bir alacak davası da açabilir.   Batur Bölükbaşı Avukatlık Ortaklığı olarak takip ettiğimiz İşe İade davası hakkında, ilk derece mahkemesince davanın reddine dair verilen kararı Bölge İdare Mahkemesi kusur nezdinde feshin ölçülülüğü yönünden irdeleyerek, ilk derece mahkemesi kararını kaldırmış, işçinin işe iadesine karar vermiştir. Aşağıdaki karara göz atabilirsiniz.   İSTANBUL BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ 24. HUKUK DAİRESİ 06.02.2020 Tarih 2018/. E. 2020/. K. Dava, feshin geçersizliğinin tespiti ve davacının işe iadesi istemine ilişkindir. Taraflar arasında uyuşmazlık, fesih işleminin geçerli olup olmadığı, davanın reddine karar verilmesinin doğru olup olmadığı noktalarında toplanmaktadır. Dosya incelendiğinde, feshin davalı işverence haklı nedenle gerçekleştirildiği, feshe konu edilen slidenin patlamasında davalı işverenin %60 oranında, hatalı talimatı uygulayan kabin görevlisinin %15 oranında, hatalı talimat veren davacının %25 oranında kusurlu olduğu anlaşılmıştır. Her ne kadar Mahkemece meydana gelen olay nedeniyle davalı feshinin haklı nedene dayanmasa da geçerli neden şartlarının varlığı cihetiyle yukarıda belirtilen gerekçeyle davanın reddine karar verilmiş ise de, meydana gelen olayda davalı işveren kusurunun %60 olduğu dikkate alındığında davacının iş akdinin feshedilmesi ölçülü olmayacağından davanın kabulü yerine belirtilen gerekçeyle reddine karar verilmiş olması hatalı olduğu değerlendirildiğinden Mahkeme kararının kaldırılması gerekmiş ve davanın kabulüne dair aşağıdaki şekilde hüküm tesis olunmuştur. HÜKÜM: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere; 1-Davacı Vekilinin istinaf başvurusunun KABULÜ ile HMK’nın 353/1-b-2.maddesine göre mahkeme kararının KALDIRILMASI İLE DAVANIN KABULÜNE, a-Davacının davasının KABULÜNE,  b-Davalı işverenin iş akdinin FESHİNİN GEÇERSİZLİĞİNE,  c-Davacının İŞE İADESİNE, d-Davacı işçinin mahkememizin bu kararının kesinleşmiş bir suretinin davacı tarafa tebliğinden itibaren 10 işgünü içinde başlatılmak için işverene başvuruda bulunması halinde ve davalı işvereninin de başvurudan itibaren 1 ay içinde davacıyı işe başlatmaması durumunda, davalı işverenin davacı işçiye ödemesi gereken Tazminat Miktarının, davacının kıdemi ile akdin fesih nedeni dikkate alınarak ve takdiren davacı işçinin 6  aylık brüt ücreti tutarı olarak BELİRLENMESİNE, e-Davacı  işçinin  işe  iade  için  10  günlük  yasal süre içinde işverene başvuruda bulunması halinde hak kazanılacak olan ve kararın kesinleşeceği tarihe kadar gerçekleşen en çok 4 aylık ücretinin ve diğer haklarının da davalıdan tahsiline, işe başlatılması halinde bu alacaktan ödenmişse ihbar ve kıdem tazminatının MAHSUBUNA, (..) Dair, dosya üzerinden yapılan incelemece sonu KESİN olmak üzere oy birliği ile karar verildi.06/02/2020   Av. Tuğçe ASLAN / Batur Bölükbaşı Avukatlık Ortaklığı   Daha detaylı bilgi almak için bizimle iletişime geçebilirsiniz.
İş Hukuku, Şirketler Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 31 Mart 2020

COVID-19 ve iş hukukuna dair değişikle, etkiler nelerdir?

  Dünya Sağlık Örgütü tarafından Pendemi ilan edilen Korona (Corona, Covid-19) salgını, insanlığı sağlık açısından derinden etkilemekle birlikte bunun uzantısı olarak da küresel bir krize yol açarak ekonominin resesyona uğraması ile sektörleri birçok yönden etkiler hale gelmiştir. Kanun koyucu tarafından bu tip durumlar için Anayasa ve İş Hukukunda mücbir sebepler düzenlenmiştir. Toplumsal anlamda ekonominin girdilerinin birincil etkeni olan üretimin koronavirüs sebebiyle durması ile, İş Hukuku yönünden işçi ve işverenin mevcut durum karşısında hakları ve yetkileri aşağıda değerlendirilmiştir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, mevcut durumda ülke genelinde Sokağa Çıkma Yasağı ilan edilmediği için ve karantinanın bireylerin ve işverenlerin inisiyatifine bırakılması dolayısıyla pandeminin aşağıda incelenmiş olan zorlayıcı nedenin varlığına dahil edilerek iş akitlerinin feshinin hukuka uygunluğu şu anki aşamada tartışmalıdır.    

KORONAVİRÜSÜN İŞ HUKUKU AÇISINDAN ZORLAYICI NEDEN SAYILMASI

  Koronavirüsün İş Hukuku açısından yansıması bir zorlayıcı neden olarak karşımıza çıkmakla birlikte, İş Kanunu’nun 24. ve 25. Maddelerinde İş Sözleşmesinin zorlayıcı neden ile feshedilmesi, işçi ve işveren için haklı nedenle fesih olarak kabul etmektedir.  İşçinin haklı nedenle derhal fesih hakkı Madde 24/III. Zorlayıcı sebepler: İşçinin çalıştığı işyerinde bir haftadan fazla süre ile işin durmasını gerektirecek zorlayıcı sebepler ortaya çıkarsa. İşverenin haklı nedenle derhal fesih hakkı Madde 25/III- Zorlayıcı sebepler: İşçiyi işyerinde bir haftadan fazla süre ile çalışmaktan alıkoyan zorlayıcı bir sebebin ortaya çıkması.  

KORONAVİRÜSÜN KIDEM VE İHBAR TAZMİNATI AÇISINDAN İŞVEREN/ İŞÇİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

  İş Hukukunda zorlayıcı nedenin tanımı yapılmamış ise dahi zorlayıcı neden, öğretide; olağanüstü, öngörülememiş, önlemin yeterli olmadığı, işverenin inisiyatifinden uzak ihtimaller olarak değerlendirilmektedir. Nitekim bu sebebe dayanarak en az 1 (bir) yıllık kıdeme sahip işçi, İş Hukukunda düzenlenen zorlayıcı sebebe dayanarak, iş sözleşmesinin bitiminden önce veya bildirim süresine uymaksızın işin durmasından 1 hafta sonrasında, iş akdinin sonlandırılmasını isteyerek kıdem tazminatı talep edebilir. Dolayısıyla, ülkemizde Olağanüstü Hal olarak Sokağa Çıkma Yasağının ilan edilmesi halinde, işçi bu sebebe dayanarak, iş akdini sonlandırabilir. İş sözleşmesini fesih etmeyen ve işin durma süresinde iş sözleşmesinin askıda kalması nedeniyle işçi isterse zorlayıcı nedenin geçmesini bekler. Bu süreçte, işçinin SGK primini ödeme hususunda inisiyatif işverene aittir. Keza aynı şekilde, işveren de kanunda sayılı maddeye nazaran, işçinin iş akdini fesih etme hakkını saklı tutmaktadır. İşveren dilerse, iş akdini sonlandırır dilerse, zorlayıcı sebebin geçmesini bekler. Her iki durumda da İş Kanunun 40. Maddesinde belirtildiği üzere, işveren en fazla 1 (bir) hafta ile sınırlı olmak üzere, işçiye her gün yarım ücretini ödemek zorundadır. İş akdi feshedilmeyerek zorlayıcı sebebin geçmesini bekleyen işçinin, zorlayıcı sebebin geçmesi halinde iş yerinde çalışmaya devam ettirilmesi zorunludur.   4857 Sayılı İş Kanunu Yarım ücret  Madde 40 24 ve 25 inci maddelerin (III) numaralı bentlerinde gösterilen zorlayıcı sebepler dolayısıyla çalışamayan veya çalıştırılmayan işçiye bu bekleme süresi içinde bir haftaya kadar her gün için yarım ücret ödenir. Diğer bir tazminat çeşidi olan ihbar tazminatı açısından ise, ilgili husus zorlayıcı neden olup kanunda haklı nedenle derhal fesih etme olarak adlandırıldığından, tarafların ihbar yükümlülüğü de böylece ortadan kalkmaktadır. Ülkemizde, Sokağa Çıkma Yasağı ilan edilmesi halinde yukarıda ifade edildiği üzere, işçi veyahut işveren ihbar bildiriminde bulunmadan, kıdem tazminatının ödenmesi koşuluyla/talebiyle iş akdi sonlandırılabilir.  

KORONAVİRÜSÜN SEBEBİYLE ÜCRETLİ ve ÜCRETSİZ İZİN 

  Ücretli İzin Bakımından; Bilindiği üzere, işçinin yıllık izin kullanabilmesinin ön koşulu, iş yerinde en az 1 yıl süre ile çalışıyor olmasıdır. Yine, işveren tarafından işçiye yıllık izin dışında verilen hastalık vb. izinler yıllık izinden mahsup edilemez. İş Kanunun 53. Maddesinde işçinin hizmet süresi cihetinki yıllık izin süreleri tatbik edilmiştir. Esasen, kanunda zorlayıcı neden halinde izin kullandırılabileceği hakkında hüküm düzenlenmediğinden, koronavirüs sebebiyle işveren inisiyatifiyle işçilerin ücretli veyahut ücretsiz izne ayrılması halinde işçilerin yıllık izinlerinden mahsup edilmemesi gerekirken Yargıtay içtihatlarında bu durum farklılık arz etmektedir. Ayrıca, İş Kanunun 55. Maddesi uyarınca, zorlayıcı sebepten ötürü çalışamayan işçinin 15 günü, yıllık izin bakımından çalışmış gibi sayılan hallerden sayılmaktadır.  Nitekim Yargıtay kararları ışığında uygulamada ve Yıllık Ücretli İzin Yönetmeliği’nin 8’inci maddesinde; işçinin talebi ve iş durumu dikkate alınarak izin döneminin belirleneceği ifade edilmiştir. Ayrıca işverenin işi ve işyerini yönetme hakkı kapsamında işverenin işçilere yıllık izin kullandırmasının günümüz şartlarında mümkün olduğunu ifade edilmektedir. Salgın döneminde ortaya çıkacak zararların azaltılması amacıyla işçinin menfaati sebebiyle salgın süresince işverenin işçilere ücretli yıllık izin kullandırması böylece mümkün hale gelmiştir.  İşçilere verilecek yıllık ücretli izin süresi, hizmet süresi; a) Bir yıldan beş yıla kadar (beş yıl dahil) olanlara ondört günden, b) Beş yıldan fazla onbeş yıldan az olanlara yirmi günden, c) Onbeş yıl (dahil) ve daha fazla olanlara yirmialtı günden, az olamaz.   Yıllık izin bakımından çalışılmış gibi sayılan haller  Madde 55 Çalışmakta olduğu işyerinde zorlayıcı sebepler yüzünden işin aralıksız bir haftadan çok tatil edilmesi sonucu olarak işçinin çalışmadan geçirdiği zamanın onbeş günü (işçinin yeniden işe başlaması şartıyla). Ücretsiz İzin bakımından; İş Kanunun işçi lehine yorum ilkesinden hareketle ücretsiz izin yalnızca belirli hallerde mümkün görülmüş olup genel sistematiği ücretli izin üzerine belirlenmiştir. Nitekim, bu dönemde talep üzerine işyeri koşullarının uygun olması halinde talep eden işçiye yıllık ücretli izin verilebilir. Tarafların anlaşma halinde, ücretsiz izin uygulamasına gidebilirler. Ancak işveren tek taraflı vermiş olduğu kararıyla işçiyi ücretsiz izne çıkaramaz. Nitekim, böyle bir durumun varlığı halinde, işveren tarafından iş akdinin feshedilmesi durumu cereyan ettiğinden, zorlayıcı sebepten bağımsız olarak işçiye kıdem ve ihbar tazminatı ödeme zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.    İŞÇİNİN COVID-19 NEDENİYLE ÇALIŞMAKTAN KAÇINMA HAKKI Covid-19 Salgını, hava yoluyla ve temas halinde bulaşabilen bir hastalık olup ülkemizce üretimin durmaması adına kısmi karantina uygulaması teşvik edilerek, esasen işverenlerin uygulaması gereken yöntemler dolayısıyla da muğlak bir geçiş süreci yönetilmektedir. Bu nedenle, 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunun 13. Maddesinde; ciddi ve yakın bir tehlikeye maruz kalma riski sebebiyle çalışanlar işverenlerine başvurarak önlem alınmasını isteyebilir, işverenleri tarafından önlem alınana kadar da çalışmaktan kaçınabilirler. Önlem alınmadığında ise sözleşmelerini feshedebilirler. Nitekim, son derece bulaşması kolay bir hastalığa karşı metro, metrobüs vb. taşıma araçları kullanan çalışanlara hastalığın bulaşma riski veyahut bulaştırma riski fazla olduğundan ve ayrıca işyerinde covid-19’a karşı önlem almanın şu anki mevcut durumda mümkün olmaması sebebiyle, işverenlere çalışanlarına evden çalışma ortamı tesis etmelerinin avantajlı olduğu düşünülmektedir. ‘’Ciddi ve yakın tehlike ile karşı karşıya kalan çalışanlar kurula, kurulun bulunmadığı işyerlerinde ise işverene başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasına karar verilmesini talep edebilir. Kurul acilen toplanarak, işveren ise derhâl kararını verir ve durumu tutanakla tespit eder. Karar, çalışana ve çalışan temsilcisine yazılı olarak bildirilir. Kurul veya işverenin çalışanın talebi yönünde karar vermesi hâlinde çalışan, gerekli tedbirler alınıncaya kadar çalışmaktan kaçınabilir. Çalışanların çalışmaktan kaçındığı dönemdeki ücreti ile kanunlardan ve iş sözleşmesinden doğan diğer hakları saklıdır.’’   KORONOVİRÜS SEBEBİYLE KISA ÇALIŞMA ve KISA ÇALIŞMA ÖDENEĞİ 4447 Sayılı İşsizlik Sigortası Kanununun Ek 2 Maddesinde yer alan Kısa Çalışma ile kısa çalışma ödeneğinden, bir iş akdi ile işletmede hala çalışmakta olan sigortalı çalışanlar yararlanabilmektedir. Nitekim, işveren kısa çalışma ödeneğinden yararlanmak amacıyla; zorlayıcı sebebin varlığını açıklayarak, işyerinin ünvanını, adresini, işyeri İŞKUR numarasını ve sosyal güvenlik işyeri sicil numarasını kısa çalışmadan yararlanacak işçilerin bilgilerini de belirtmek suretiyle bağlı bulunduğu İŞKUR’a başvuruda bulunmalıdır.    4447 S. Kanun Ek Madde 2 ‘’Genel ekonomik, sektörel veya bölgesel kriz ile zorlayıcı sebeplerle işyerindeki haftalık çalışma sürelerinin geçici olarak önemli ölçüde azaltılması veya işyerinde faaliyetin tamamen veya kısmen geçici olarak durdurulması hallerinde, işyerinde üç ayı aşmamak üzere kısa çalışma yapılabilir.’’ Kısa Çalışmaya Geçiş: • Haftalık çalışma saatlerini en az 1/3 oranında azaltmak • Kısmi veya tam olarak faaliyetlerin en az 4 hafta boyunca durdurulması Türkiye İş Kurumu, COVID-19’a karşı alınan tedbirlerin bir parçası olarak işyerini ziyaret etmek suretiyle yapılan incelemeyi değiştirerek, normalde işyerinin ziyaret edilmesiyle yapılan bu değerlendirmeyi kâğıt üzerinde yapılacağını ifade etmiştir. Dolaysıyla, İşverenin talebinin uygun görülmesi halinde, işçiye(doğrudan) İşsizlik Sigorta Fonundan kısa çalışma ödeneği ödenir. Kısa çalışma ödeneğinden faydalanma koşullarında yapılan son değişikliğe göre başvurular 60 gün içinde sonuçlandırılacak olup, işçinin ödenekten yararlanabilmesi için aşağıdaki kriterleri taşıması zorunludur.
  1. Kendi istek ve kusuru dışında işsiz kalmak,
  2. Hizmet akdinin sona ermesinden önceki son 60 gün hizmet akdine tabi olmak,
  3. Hizmet akdinin feshinden önceki son üç yıl içinde en az 450 gün süre ile işsizlik sigortası primi ödemiş olmak,
  4. Hizmet akdinin feshinden sonraki 30 gün içinde en yakın İŞKUR birimine şahsen ya da elektronik ortamda başvurmak.
Ödeneğin ödenme şekli; Doğrudan işçiye ödenecek ödeneğin miktarı, son on iki aylık prime esas kazancın dikkate alınması ile hesaplanan günlük ortalama brüt kazancın %60’ının elde edilmesi ile bulunur. Ödenek, asgari ücretin %150sini geçemeyecek olup bu ödeneğin tamamına hak kazanılması yalnızca işin tamamen durması halinde mümkün olabilir. Nitekim, işyerinde çalışmanın tamamen durdurulmaması halinde ödenek, kısaltılan çalışma saatinin tam çalışma saatine oranına göre hesaplanmaktadır. İşbu ödenek, zorlayıcı nedenin ortaya çıkmasından itibaren ilk hastasının sona ermesi ile ödenir bu bir hafta içerisinde işverenin ücretin yarısını ödeme yükümlülüğü devam eder. Kısa çalışma zamanlarına denk gelen sağlık sigortası primleri bu süre itibari ile devlet tarafından ödenir.   UZAKTAN ÇALIŞMA ve İŞVERENİN UZAKTAN ÇALIŞMA HAKKI Uzaktan Çalışma İş Kanunun 14. Maddesinde düzenlenmiş olup, iş görme ediminin evde veyahut teknolojik araçlar ile işyeri dışında yerine getirilme halidir. Nitekim, koronavirüs sebebiyle iş ediminin uzaktan çalışmaya uygun olması neticesinde genel itibari ile ülkemizde şirketler bu yola başvurmuştur. İngilizcede Home Office kavramı olarak nitelendirilen ilgili husus kanunumuzda uzaktan çalışma olarak kabul görmüştür. Covid – 19 Salgını sebebiyle işverenlerin güvenilir olması sebebiyle en yaygın olarak tercih ettiği yöntemdir. İşverenin ücret ödeme yükümlülüğü devam etmektedir. "İşçinin, işveren tarafından oluşturulan iş organizasyonu kapsamında iş görme edimini evinde ya da teknolojik iletişim araçları ile işyeri dışında yerine getirmesi esasına dayalı ve yazılı olarak kurulan iş ilişkisi" Telafi izin ise, İş Kanunun 64. Maddesinde düzenlenmiştir. Bu madde Covid – 19 Salgının bitiminden sonra gündeme gelebilecek bir maddedir. İşverenlerin işin durması sebebiyle zorlayıcı nedenlerin geçmesi akabinde 4 ay (dört) telafi çalışması isteme hakkı bulunmaktadır. Telafi çalışması  Madde 64- Zorunlu nedenlerle işin durması, ulusal bayram ve genel tatillerden önce veya sonra işyerinin tatil edilmesi veya benzer nedenlerle işyerinde normal çalışma sürelerinin önemli ölçüde altında çalışılması veya tamamen tatil edilmesi ya da işçinin talebi ile kendisine izin verilmesi hallerinde, işveren dört ay içinde çalışılmayan süreler için telafi çalışması yaptırabilir. (Ek cümle:25/3/2020-7226/43 Md.) Cumhurbaşkanı bu süreyi iki katına kadar artırmaya yetkilidir. Bu çalışmalar fazla çalışma veya fazla sürelerle çalışma sayılmaz.   COVİD – 19 SEBEBİYLE İŞ KAZASI İşçinin Koronavirüse Yakalanması İş Kazası Kapsamında Değerlendirilebilir mi? Dünyada büyük bir risk taşıyan Koronavirüsün iş kazası bakımından değerlendirilmesi illiyet bağı ile ilişkilendirilmektedir. İşyerinde önlem almamış veyahut yukarıda sayılan ücretli izin, evde çalışma vb. gibi hususları uygulamayan işverene bağlı çalışan işçinin koronavirüse yakalanması öğretide illiyet bağı olarak kabul edilecek ve bu kişinin hastalığa yakalanması iş kazası olarak nitelendirilecektir. Örneğin yurtdışında çalışma edimi olan işçinin ülkeye dönüşünde 14 gün karantina sürecine aykırı hareket ettirilerek çalışmaya zorlaması bir iş kazasıdır. Diğer yandan, toplu taşıma aracı kullanan işçi işvereni tarafından gerekli önlemlerin alınmaması hali de ayrıca illiyet kapsamında değerlendirilerek iş kazası sayılabilecektir. Ancak, ülkemizde şu an itibari ile, sokağa çıkma yasağı ilan edilmediğinden çalışma zorunluluğu olan kişiler için otobüs vb. toplu taşıma araçlarında ‘’bir koltuğun boş bırakılması’’ gerektiğine dair bir düzenleme getirilmiştir. İşverenin tarafından toplu taşıma kullanan işçiye virüsten kendini izole edebileceği kıyafet, maske, eldiven vb. ihtiyaçların sağlanması iş kazası kapsamında önemli ve değerlendirilecek somut hususların başında gelmektedir.  Ayrıca, son yapılan düzenlemeler ile birlikte, pandeminin İş Kazası cihetinde alınacak iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri açısından işyerlerine bildirim yapılmış olup; bildirimde belirtilmiş tedbirlerin alınmaması karşısında, işçinin koronavirüse yakalanma hali iş kazası kapsamında değerlendirilecektir.   Av. Tuğçe Aslan / Batur Bölükbaşı   iletişim için tıklayınız
Şirketler Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 31 Mart 2020

Şirketin veya şirketlerin ihyası nedir? nasıl gerçekleşir?

  Türk Ticaret Kanunu’na eklenen Geçici 7. Madde ile, münfesih olan veya gayri faal kapsamında değerlendirilen anonim, limited ve kooperatif şirketlerin ticaret sicil gazetesinden silinmesi düzenlenmiştir. Bu kanunun kapsadığı şartları taşımayan gayri faal ve münfesih olmuş şirketlerin Ticaret Sicil Gazetesinden terkin işlemini gerçekleştirilmesinin akabinde ise tekrar faal duruma getirmek için bazı seçenekler mevcuttur. Şartlardan en önemlilerinden birisi ise zamanaşımının geçmemiş olmasıdır. Silinme tarihinden itibaren 5 yıl içerisinde ihyaya karşı (şirketin canlandırılması) dava açılabilmektedir. Şirketin ticaret sicil gazetesinden silinmesi ile tüzel kişiliği sona ererek hak ehliyeti ortadan kalkmaktadır. Ancak, şirketin devam eden ilişkileri bakımından, ticaret sicil gazetesinden silinmiş olma şirketin kesin olarak ortadan kalmış olduğunu göstermemektedir. Bir handikap ki, münfesih durumdaki şirketin hukuki ilişkisinin sonlandırılması için de şirket tüzel kişiliği devam ediyor olmalıdır. Bu sebeple ihya; hukuka aykırı sona erme, tasfiye veya sicilden silinmenin söz konusu olduğu hallerde, tekrar tüzel kişiliğin kazanılması için yöneltilen bir dava türüdür. Öğretide, ihya tasfiyeden dönme ve ek tasfiye olarak ayrılarak, şirketlerin belirli durumları için uygulanmaktadır. Bu başlıklar altındaki ihya belirli şartlara bağlıdır. Ek tasfiye, tasfiye sürecinin tamamlanmasından sonra ortaya çıkan sorunlar hakkında şirketin tekrar canlandırılarak sorunların hukuka uygun olarak ortadan kaldırılması ve akabinde tekrar ticaret sicilden silinmesi iken tasfiyeden dönme şirket tasfiye işlemleri ile sınırlı olarak amacın değiştirilerek faaliyetine devam etmektedir.    MÜNSEFİH ŞİRKETİN TEKRAR TİCARET SİCİLİNE KAYDI MÜMKÜN MÜDÜR? Yukardaki ek tasfiye ve tasfiyeden dönme hususlarından ayrı olarak tarafımızca incelenecek husus ise, sermayesini asgari tutara çıkarmayarak re’ sen münfesih konumuna gelen şirketlerin tekrar ticaret siciline kayıt olup olamayacağına ilişkindir.  01.07.2012 tarihi itibariyle yürürlüğe giren 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’na 30.06.2012 tarihli ve 28339 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 26.06.2012 tarihli ve 6335 sayılı Kanun'un 38'inci maddesi ile ‘’geçici madde 7’’ eklenmiş olup, söz konusu madde ile münfesih olmasına veya sayılmasına karşın; tasfiye edilmeden ticaret sicili kayıtlarından terkin edilmeyen Anonim ve Limited şirketlerin tasfiyeleri ile sicilden silinmesi ile ilgili düzenlemeler yapılmıştır. Geçici 7. maddenin 1. fıkrasının (b) bendi kapsamında sayılmış sermayelerinin asgari düzeye çıkarmamaları sebebiyle münfesih konumuna gelen ve tasfiyesi zorunlu şirketlerin sermayelerini asgari tutarlara yükseltmek suretiyle dahi faaliyetlerini sürdürmelerinin olanaklı olmadığı kanunun lafzinden anlaşılmaktadır.    Geçici Madde 7  4-c) Bu fıkranın (b) bendinde belirtilen şirketler dışında kalan kapsam dâhilindeki diğer münfesih şirketler ile kooperatiflerden ayrıca, faaliyetlerine devam etme isteğinde bulunmaları hâlinde münfesih olma nedenini ortadan kaldıran işlemlerin yapılarak ispat edici belgelerin bildirilmesi istenir. (15) Bu maddede düzenlenmeyen hususlarda ilgili kanun ve esas sözleşmelerde öngörülen usullere göre hareket edilir. Bu madde gereğince tasfiye edilmeksizin unvanı silinen şirket veya kooperatiflerin ortaya çıkabilecek malvarlığı, unvana ilişkin kaydın silindiği tarihten itibaren on yıl sonra Hazineye intikal eder. Hazine bu şirket ve kooperatiflerin borçlarından sorumlu tutulmaz. Tasfiye memurlarının sorumlulukları konusunda, özel kanunlardaki sorumluluğa ilişkin hükümler saklı kalmak kaydıyla bu Kanun veya Kooperatifler Kanunu hükümleri uygulanır. Ticaret sicilinden kaydı silinen şirket veya kooperatifin alacaklıları ile hukuki menfaatleri bulunanlar haklı sebeplere dayanarak silinme tarihinden itibaren beş yıl içinde mahkemeye başvurarak şirket veya kooperatifin ihyasını isteyebilir.’’ Nitekim, günümüz itibari ile sermaye artırımı yapılmadığı gerekçesiyle münfesih konumuna gelen şirketlerin kanunun lafzından hareketle tekrar ticaret siciline kaydının mümkün olmadığı düşünülmektedir. Ancak uygulamada bu duruma karşı, münfesih olmasına karşın hala faal olan, vergi yükümlülüğünü devam ettiren, çalışanların sigorta primlerinin ödeyen şirketlerin Ticaret Sicil Müdürlüğünü husumet taraf göstererek, şirketin faal olması gerekçesiyle ve sermaye artırımı ile ticaret sicil gazetesine tekrar kaydını talep ettikleri davalara ilişkin sermaye artırımı ile şirketin tekrar ticaret sicil kaydına kaydettirilmesine yönelik kararlar verilebilmektedir.  Nitekim, hukuki menfaat çerçevesinde verilmiş işbu kararlara karşı Avukatlık Ortaklığımızca takip edilen davalara ilişkin süreç ve işleyiş hakkında daha detaylı bilgi almak için bizimle iletişime geçebilirsiniz.   Av. Tuğçe Aslan / Batur Bölükbaşı
Aile Hukuku ve Boşanma Davası
By Av. Mustafa Kemal Batur / 31 Mart 2020

Velayetin değiştirilmesi, diğer adıyla velayet değiştirme nedir?

  Ülkemiz yasalarına göre geçerli bir evlilik devam ettiği müddetçe anne ve baba ergin olmayan çocuğun velayetini birlikte kullanırlar. Evlilik sırasında eşlerden birinin ölümü halinde velayet, sağ kalan tarafta kalır. Eşlerin boşanması halinde ise velayet hakim tarafından anne babadan birine verilir. Boşanma davası neticesinde hakim tarafından verilen bu karar mutlak olmamakla birlikte zaman içerisinde tarafların durumlarında değişiklikler olması nedeniyle velayetin değiştirilmesi için Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre dava açılabilir. Taraflardan birinin evlenmesi, ölümü, farklı bir şehir veya ülkeye taşınması gibi sebeplerle çocuğa karşı velayet görevinin ihmal edilmesi veya kötüye kullanılması sonucuda bu dava açılabilir. Velayetin değiştirilmesi davası sonunda velayet kendisinden alınan taraf ile çocuk arasındaki kişisel ilişkilerin düzenlenmesi gerekir. Ayrıca velayet kendisinden alınan taraf da kişisel ilişkilerin düzenlenmesi talebinde bulunabilir. Mahkemenin takdirine göre velayet kendisinde olmayan taraf gücü oranında çocuğun bakım ve eğitim giderlerine katkı yapmak durumundadır.  

Velayetin Değiştirilmesine Evlilik Neden Olarak Gösterilebilir Mi?

Çocuğun velayetine sahip olan tarafın yeniden evlenmesi, velayetin değiştirilmesi veya kaldırılmasını gerektirmez. Ancak yeni evlilik sebebiyle çocuğun menfaatinin olumsuz etkileneceği tespit edilirse velayetin değiştirilmesine karar verilebilir. Velayetin diğer tarafa verilmesi de çocuğun menfaatini etkiliyorsa, velayetin kaldırılarak çocuğa vasi atanmasına karar verilebilir. Velayet kaldırılması halinde de anne-babanın çocuğun  bakım ve eğitim giderlerine katılma yükümlülükleri devam eder.    YARGITAY KARARLARI Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2016/23759E. 2017/319K.  ‘..Dava, kesinleşen boşanma kararı ile birlikte velayeti anneye verilen ortak çocuk 2005 doğumlu …'nin velayetinin değiştirilerek babaya verilmesi isteğine ilişkindir. Velayetin düzenlenmesinde asıl olan çocuğun üstün yararıdır. 4787 sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanunun 5. maddesi gereğince Aile Mahkemesi bünyesinde bulunan psikolog, pedagog ve sosyal çalışmacıdan oluşan uzmanlardan, her iki ebeveynin yaşadıkları yerde ve çocukla görüşmek suretiyle inceleme ve rapor istenip; tarafların barınma, gelir, sosyal ve psikolojik durumlarına göre çocuğun sağlıklı gelişimi için velayeti üstlenmeye engel bir durumun bulunup bulunmadığının araştırılması ve diğer deliller de gözönüne alınmak suretiyle ebeveynlerinden hangisi yanında kalmasının çocuğun menfaatine olacağı tespit edilerek velayet konusunda bir karar verilmesi gerekir. Somut olayda, mahkemece baba ve ortak çocuk yönünden rapor tanzim ettirilmiştir. Ancak, 04.03.2016 tarihli psikolojik danışman ve rehber öğretmen bilirkişi tarafından velayete ilişkin düzenlenen sosyal inceleme raporu hüküm tesisi için yeterli değildir. O halde yukarıda belirtilen kıstaslar dikkate alınarak oluşturulacak üçlü heyetten her iki ebeveyn ve çocuk için bulundukları yerde inceleme yapılıp rapor alınarak, diğer delillerle birlikle değerlendirildikten sonra, gerçekleşecek sonucu uyarınca karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ve araştırmayla velayet yönünden yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir..’ Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2019/6033E. 2019/11627K. ‘..Mahkemece ortak çocukların velayeti davacı anneye verilmiş, davalı erkek velayet yönünden kararı temyiz etmiş, Dairemizin 13.05.2019 gün, 2019/1246 esas ve 2019/5883 karar sayılı ilamı ile hükmün onanmasına karar verilmiştir. Davalı erkek tarafından karar düzeltme isteminde bulunmuştur. Dairemizce yapılan karar düzeltme incelemesi neticesinde; Velayetin değiştirilmesi davası kamu düzenine ilişkin olduğundan; re'sen araştırma ilkesi geçerlidir. Bu nedenle davalı delil bildirmese dahi hakim, gerekli gördüğü delilleri kendiliğinden toplar. Hüküm verilinceye kadar gerçekleşen olaylar da hakim tarafından değerlendirilir. Velayet düzenlemesi yapılırken; göz önünde tutulması gereken temel ilke, çocuğun "Üstün yararı" (BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme m. 3; Çocuk Haklarının Kullanılmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi m. 1; TMK m.339/1, 343/1, 346/1; Çocuk Koruma Kanunu m. 4/b)‘dır. Çocuğun üstün yararını belirlerken; onun bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlaki ve toplumsal gelişiminin sağlanması amacının gözetilmesi gereklidir. Dosya kapsamındaki delillerden, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığının 06.05.2016 tarihli kovuşturmaya yer olmadığına ilişkin kararında davacı kadının ifadesindeki beyanları incelendiğinde kadının beyanları ve dosyadaki hastane evraklarından da kadının psikolojik rahatsızlığının olduğu ve velayet görevini gereği gibi yerine getiremeyeceği anlaşılmaktadır. Ne var ki bu husus ilk incelemede gözden kaçtığından hükmün bu yönden bozulduğu görülmekle, davalı erkeğin bu yöne değinen karar düzeltme talebi haklı ve yerinde olup kabulü ile...’ Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2018/5593E. 2018/13599K. ‘..Davacı baba, davalı annenin ahlaka aykırı yaşam tarzı bulunduğunu ve bu durumun ortak çocuk için tehlike oluşturduğunu iddia ederek, velayeti davalı annede bulunan ortak çocuğun velayetinin değiştirilerek kendisine verilmesi talep ve dava etmiş mahkemece "Uzman raporu ile tüm dosya kapsamından çocuğun anne yanında kalmasının psikolojik ve akademik gelişimi bakımından daha uygun olduğu" gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Velayet hususu, çocukları ilgilendiren konuların en başında gelir. Velayet düzenlemesinde; çocukla ana ve baba yararının çatışması halinde, çocuğun yararına üstünlük tanınması gereklidir. Çocuğun yararı ise; çocuğun bedensel, fikri ve ahlaki bakımdan en iyi şekilde gelişebilmesi ve böyle bir gelişmenin gerçekleştirilmesi için, çocuğa sosyal, ekonomik ve kültürel koşulların sağlanmış olmasıdır. Ana ve babanın yararları; ahlaki değer yargıları, sosyal konumları gibi durumlar, çocuğun üstün yararını etkilemediği ölçüde göz önünde tutulur. Velayet kamu düzenine ilişkin olup, re’sen araştırma ilkesi geçerlidir. Bu nedenle yargılama sırasında meydana gelen gelişmelerin bile göz önünde tutulması gerekir. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin 12. maddesi ile Çocuk Haklarının Kullanılmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi'nin 3 ve 6. maddeleri, iç hukuk tarafından yeterli idrake sahip olduğu kabul edilen çocuklara, kendilerini ilgilendiren davalarda görüşlerini ifade etmeye olanak tanınmasını ve görüşlerine gereken önemin verilmesi gerektiğini öngörmektedir. Çocukların üstün yararı gerektirdiği takdirde görüşlerinin aksine karar verilmesi mümkündür. Mahkemece alınan 09.06.2016 tarihli sosyal inceleme raporunda; ortak çocuğun velayetinin tedbiren verildiği babanın yanında mutlu olduğu, ortak çocuğun annesinin yanında yaşadığı döneme ilişkin olarak annesinin eve gelen erkek misafirlere masaj yaptığını ve kendisini odaya kapattığını beyan ettiği, annenin işi ile ilgili olarak tutarsız söylemlerinin bulunduğu, babanın sosyal ve ekonomik koşullarının velayet görevini üstlenmesi bakımından yeterli olduğu belirtilerek, ortak çocuğun velayetinin davacı babaya bırakılması yönünde görüş bildirilmiş, 05.02.2018 tarihli ikinci sosyal inceleme raporunda ise; ortak çocuğun babası ile mutsuz olduğunu, annesi ve onun yanında bulunan ablası ile mutlu olduğunu, babasının ders konusunda kendisine kızdığını beyan ettiği, ortak çocuğun velayetinin tedbiren babaya bırakıldığı tarihe kadar anne ile birlikte yaşaması sebebiyle anneye bağlandığı, yeni ortama alışamadığı, annenin de velayeti yerine getirebileceği belirtilerek, ortak çocuğun velayetinin anneye bırakılması yönünde görüş bildirilmiştir. Mahkemece; yaşı nedeniyle idrak çağında bulunan ortak çocuk 01.09.2008 doğumlu....'nin velayet konusunda görüşlerine başvurulmadan hüküm kurulmuştur. Bu bakımdan, ortak çocuğun bizzat hakim tarafından veya istinabe suretiyle; eğitim, kültür, yaşam olanakları bakımından nerede yaşamak istediği konusunda bilgilendirilerek, görüşlerinin kendisinden sorulması ve mahkemece alınan her iki sosyal inceleme raporunda farklı değerlendirmelerin bulunduğu da gözetilerek; psikolog, pedagog ve sosyal çalışmacı uzmanlarından yeni bir sosyal inceleme raporu alınması ile toplanan tüm deliller birlikte değerlendirilip sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir. SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA,..’
Aile Hukuku ve Boşanma Davası
By Av. Mustafa Kemal Batur / 31 Mart 2020

Evliliğin İptali Nedir, Boşanma Davasından Farkları Avantajları nelerdir?

  Evliliğin iptali, Türk Medeni Kanunu’nun 145-160. Maddelerinde sayılan sebeplerden biriyle evliliğin mahkeme kararı ile iptal edilmesi ve geçersiz hale getirilmesidir. Boşanma davası ise kanundaki şartlara uygun yapılan bir evliliğin kanundaki mutlak sebeplere veya tarafların iradesine dayalı olarak mahkeme kararı ile sona erdirilmesidir. Boşanmada evlilik baştan itibaren geçersiz hale gelmez, karar tarihi itibariyle ileriye yönelik sonuçlar doğurur. Evliliğin iptalinde ne olduğunu ise makalemizde detaylıca inceleyeceğiz.       

EVLİLİĞİN İPTALİ SEBEPLERİ 

Türk Medeni Kanunu madde 145 ve devamı maddelerinde evliliğin iptalini gerektirecek sebepler ikili bir ayrım yapılarak ifade edilmiştir; bunlar mutlak butlan sebepleri ve nispi butlan sebepleridir. Mutlak Butlan Sebepleri  MADDE 145: Aşağıdaki hâllerde evlenme mutlak butlanla batıldır:  1. Eşlerden birinin evlenme sırasında evli bulunması,  2. Eşlerden birinin evlenme sırasında sürekli bir sebeple ayırt etme gücünden yoksun bulunması,  3. Eşlerden birinde evlenmeye engel olacak derecede akıl hastalığı bulunması,  4. Eşler arasında evlenmeye engel olacak derecede hısımlığın bulunması. Mutlak butlan sebepleri kamu düzenine ilişkindir. Bu sebeplerden birinin varlığı halinde hakim takdir yetkisi olmaksızın evliliğin iptaline karar vermelidir. Mutlak butlan sebeplerinden biriyle dava açma hakkı, taraflarla birlikte; evliliğin iptali kararının verilmesinde menfaati olan her ilgili ve cumhuriyet savcısı tarafından açılabilir. Evliyken yeniden evlenen bir kişinin ilk evliliği hakkında mutlak butlan kararı verilmeden bu evlilik sona ererse ve ikinci evlilikteki eş bu durumu bilmeden evlenmişse yani iyiniyetli ise, ikinci evliliğin butlanına karar verilemez.  Eşlerden birinin ayırt etme gücünü kaybetmesi nedenine ilişkin olarak bu eşin sonradan iyileşmesi durumunda yalnızca iyileşen eş evliliğin iptali davası açma hakkına sahip olur.     Nispi Butlan Sebepleri  1. Evlenme sırasında alkol, uyuşturucu veya ilaç kullanımı gibi geçici bir sebeple ayırt etme gücünü kaybetmiş olan eş, bu geçici durum sonrasında evliliğin iptali için dava açabilir. 2. Eşlerden biri, diğerinin önemli bir niteliğinde yanılarak evlenmişse ve bu nitelik sebebiyle ortak hayatı devam ettirmesi kendisinden beklenemeyecekse yanılma sebebine dayanarak evliliğin iptali davası açabilir.  3. Eşlerden biri diğerinden kendisinin veya altsoyunun sağlığı açısından ağır tehlike teşkil edecek bir hastalığı gizlemişse  bu husus kendisinden gizlenen eş aldatma sebebine dayanarak evliliğin iptali davası açabilir. Yine eşlerden biri diğerini namus ve onuru hakkında aldatarak evlenmeye ikna etmiş ve evlenmişlerse aldatma sebebine dayanılarak evliliğin iptali davası açılabilir.  4. Eşlerden biri diğerinin veya yakınlarının hayat veya sağlığı hususunda korkutularak evlenmeye ikna edilmişse korkutma etkisinin ortadan kalktığı andan itibaren evliliğin iptali dava edilebilir.  Nispi butlan sebeplerden biriyle iptal davası açma hakkı belirli bir süre ile kısıtlanmıştır. İptale ilişkin bu sebeplerin öğrenildiği tarihten itibaren 6 ay veya korkunun etkisinin ortadan kalktığı tarihten itibaren 5 yıl geçmekle dava açma hakkının düşeceği Medeni Kanun’un 152. Maddesinde belirtilmiştir.  Yasal temsilcisinin izni olmadan evlenen küçük veya kısıtlı ise yasal temsilci evliliğinin iptali davası açabilir. Ancak yasal temsilcinin izni olmadan evlenen kişi, evlendikten sonra 18 yaşını doldurup ergin olur, kısıtlılık kararı sonra erer veya eş hamile kalırsa evliliğin iptaline karar verilemez.   

EVLİLİĞİN İPTALİNİN SONUÇLARI 

 
  • Yukarıda açıklanan butlan sebepleriyle evliliğin iptal edilebilmesi için mutlaka mahkeme kararı gereklidir. Mahkeme kararına kadar bu evlilik, geçerli bir evlilikmiş gibi sonuç doğurur. 
  • Evliliğin iptali davalarında boşanmada olduğu gibi aile mahkemeleri görevlidir ve kanunun boşanmaya ilişkin hükümleri uygulanır. Yetkili mahkeme ise eşlerden birinin yerleşim yerindeki mahkeme veya dava açılmadan önce eşlerin son 6 ayda birlikte oturdukları yer mahkemesi yetkili olur..
  • Tazminat, nafaka, soyadının değişimi ve mal rejimine ilişkin konularda yine boşanmaya ilişkin hükümler uygulanır. 
  • Evliliğin iptalini dava etme hakkı taraflardan birinin ölümü sebebiyle mirasçılara geçmez. Ancak açılmış bir dava sırasında taraflardan birinin ölümü halinde ölen tarafın mirasçıları davaya devam edebilir. 
 

EVLİLİĞİN İPTALİNE İLİŞKİN YARGITAY KARARLARI

  Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2002/15064E. 2003/917K.  ‘…Olayda, evlenme 3.4.1996  tarihinde gerçekleşmiştir. Mahkemece hükme esas alınan E. Numune Hastanesinin 8.8.1996 tarihindeki muayene sonucu verdiği Sağlık Kurulu Raporunda, evlenenlerden kadında tespit edilen kronik psikoz hastalığının, evlenmeye engel olacak nitelikte ve derecede olup olmadığı belirtilmediği gibi, hastalığın evlenme tarihinde var olup olmadığına ilişkin de bir açıklama bulunmamaktadır. Rapor eksik ve hükme esas alınacak yeterlikte değildir. O halde mahkemece yapılacak iş, davalı Yosma’nın Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne sevkin sağlanarak, hastanece gerekli görüldüğü takdirde müşahade altına da alınmak suretiyle muayenesinin yapılması ve evlenme tarihinde evlenmeye engel olacak derecede bir akıl hastalığının bulunup bulunmadığının resmi sağlık kurulu raporu ile saptanması ve hasıl olacak sonucu uyarınca karar verilmesinden ibarettir..’ Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2006/5711E. 2006/12979K.  ‘…Türk Medeni Kanununun 149/2. Maddesi ‘eşinde bulunması onunla birlikte yaşamayı kendisi için çekilmez bir duruma sokacak derecede önemli bir nitelikte yanılarak evlenmişse’ ve Türk Medeni Kanununun 150/2. Maddesi ise ‘davacının veya altsoyunun sağlığı için ağır tehlike oluşturan bir hastalık kendisinden gizlenmişse’ hükümlerini taşımaktadır.  Toplanan delillerden davalının cilt (sedef) hastalığının bulaşıcı nitelikte olmadığı ve tedavi edilebilir olduğu, altsoyun sağlığı için ağır bir tehlike de oluşturmadığı ve yukarıda bahsedilen her iki madde hükmüne uymadığı anlaşılmaktadır..’ Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2011/2995E. 2011/3882K.  ‘Davacı, dava dilekçesinde "davalı tarafından zorla kaçırıldığını ve öldürmekle tehdit ederek zorla sahip olduğunu, daha sonra da çaresizliğinden faydalanarak nikah memurunu eve çağırmak suretiyle 7.8.2007 tarihinde resmi nikah yapıldığını" ileri sürerek evliliğin iptalini istemiştir. Dava dilekçesinde anlatılan maddi hadiselere göre istek, Türk Medeni Kanununun 151. maddesine dayanmaktadır. Kendisinin veya yakınlarından birinin hayatı, sağlığı veya namus ve onuruna yönelik pek yakın ve ağır bir tehlike ile korkutularak evlenmeye razı edilmiş eş, evlenmenin iptalini dava edebilir (TMK.md.151). Davacının, evlenmeye korkutularak razı edildiğini kabule yeterli delil bulunmamaktadır. Türk Medeni Kanununun 141. maddesi hükmü dikkate alındığında nikahın evlendirme memuru tarafından davet üzerine davalının kardeşinin evinde yapılmış olması, tek başına evlenmenin baskı altında yapıldığını göstermez. Dosyaya sunulan fotoğraflar ve tanık beyanları nikahın korkutma ve tehdit altında yapıldığını gösterir nitelikte değildir. Öyleyse davanın reddi gerekirken yetersiz gerekçe ile iptal kararı verilmesi doğru bulunmamıştır.’ Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2006/9376E. 2006/11300 ‘…Semra 08.04.1989 doğumludur. 17 yaşını bitirmiştir. Medeni Kanunun 153/son maddesi kadının gebe kalması halinde evlenmenin iptaline karar verilemeyeceğini öngörmüştür. Bu yönde inceleme yapılmadan karar verilmesi usul veya aykırıdır..’ Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2009/6395E. 2010/9708K. ‘..1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle (TMK. md. 160) evlenmenin butlanı davalarında yetki bakımından boşanmaya ilişkin hükümlerin uygulanacağı ve bu hususta davalı tarafın herhangi bir itirazının bulunmadığının anlaşılmasına göre (TMK.md.160) aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir. 2-Davalıların bu evlilikten olma 12.03.2001 doğumlu E.. adlı bir çocukları bulunmaktadır. Mahkemece evlilğin butlanına karar verilse dahi çocuğun evlilik içinde doğmuş sayılacağı (TMK.md.157) dikkate alınarak velayet ve kişisel ilişki yönlerinden bir düzenleme yapılması yasal bir zorunluluktur. Bu yön dikkate alınarak müşterek çocuğun velayeti konusunda herhangi bir hüküm kurulmaması doğru olmamıştır. SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda 2.bentte gösterilen nedenlerle BOZULMASINA, hükmün bozma kapsamı dışında kalan yönlerinin ise yukarıda 1.bentte gösterilen nedenlerle ONANMASINA,..’ Beyzanur Kılıç / Batur Bölükbaşı   Evliliğin iptali hakkında bize ulaşmak için tıklayınız
Ceza Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 26 Şubat 2020

Fuhuşa Teşvik Ve Aracılık Etme Suçu ve Cezası

Genel Ahlaka Karşı Suçlar bölümünde düzenlenmiş olan fuhuş, toplumun ar ve haya duygusunu tehdit etmektedir. Bir kimsenin para karşılığında bir kimse ile cinsel ilişkiye girmesi olarak nitelendirilen fuhuş suç olarak görülmektedir. Fuhuşta cinsiyet önemli olmamakla birlikte mağdur kadın veya erkek olabilmektedir. Kasten işlenen suçlar arasında bulunan fuhuşta, belirli bir yaptırım bulunmamaktadır. Fuhuş yapmayı düşünmeyen kişilere bunu anlatarak onları fuhuş yapması için ikna eden kişiler, fuhuşa teşvik suçu ile yargılanmaktadır. Fuhuşu teşvik eden kişi, fuhuş yapılmasını kolaylaştırmakta ve toplumun ahlakının bozulmasına neden olmaktadır. 2 ile 4 yıl arası bir ceza ile cezalandırılan fuhuşa teşvik eden kişi, adli para cezası da almaktadır.

Fuhuşa Aracılık Suçunun Cezası

Tehdit veya cebir kullanarak kişinin çaresizliğinden faydalanarak fuhuşa teşvik eden kişi, fuhuş yapan kişiye göre iki katı ceza ile cezalandırılmaktadır. Fuhuş cezasının artmasını sağlayan etkenlerden biri de fuhuşun örgüt tarafından işlenmiş olmasıdır. Fuhuş cezası farklı eylemler içerdiğinden, her eylemin alacağı ceza farklıdır. Fuhuş suçu teşkili olarak görülen fuhuşa aracılık da aynı oranda ceza almaktadır. 18 yaşından küçük birinin fuhuş yapmasına olanak tanınması, çocuk fuhuşu olarak görülmektedir. Yetişkin fuhuşuna oran ile çocuk fuhuşunda daha yüksek cezalar verilmektedir. Fuhuş suçu kapsamında fuhuş reklamı yapmak da yasaktır. Fuhşu kolaylaştırmak amacı ile fuhuş reklamı yapanlar, yüksek para cezası ile cezalandırılmaktadır.

Fuhuş Suçunun Ağırlaştırıcı Sebepleri

Ortada fuhuş suçu varsa, kişinin rızasının olup olmadığına bakılmaktadır. Kişinin rızası varsa, alınan ceza daha düşük olmakla birlikte rızası olmaması durumunda ağırlaştırıcı sebep olarak görülmektedir. Fuhuşu kolaylaştırmak, fuhuşa teşvik etmek ve fuhuş için aracılık etmek, fuhuş suçunun temel halidir. Fuhuş suçunun temel halinin alacağı ceza 2 yıl ile 4 yıl arasında hapis cezasıdır. Diğer fuhuş suçlarından farklı olarak çocuk fuhuş suçu için 4 yıl ile 6 yıl arasında bir ceza verilmektedir. Normalde fuhuş suçunda kişinin rızası önemliyken, çocuk fuhuşunda kişinin rızasının olup olmadığına bakılmamaktadır. Yetişkinlerin çaresizliğinden faydalanarak tehdit ve hile ile fuhuşa zorlayanlar, 4 ile 8 yıl arasında hapis cezası almaktadır. Fuhuş Suçu Para Cezasına Çevrilir mi? Şikayete bağlı bir suç olmayan fuhuş suçunda, Cumhuriyet savcısı suçu öğrendiği tarih itibariyle istediği zaman soruşturma başlatabilmektedir. Fuhuş suçunun para cezasına çevrilmesi mümkün olmayıp zaman zaman hapis cezası ile birlikte para cezası da verilmektedir. Bir suçun doğrudan para cezasına çevrilebilmesi için taksirle işlenmiş olması gerekmektedir. Fuhuş suçunun taksirle işlenmiş olması mümkün olmayıp kasten işlenen bir suçtur. Kasten işlenen suçlarda alınan hapis cezası paraya çevrilemediği gibi fuhuş suçunda da hapis cezasını doğrudan para cezasına çevirmek mümkün değildir. Fuhuş suçunda her olay ve bulgu dikkatle değerlendirilmekte ve cezalar değerlendirmelere göre belirlenmektedir. Fuhuş suçunda para cezası alternatif bir ceza olarak verilmemekte, hapis cezası ile birlikte verilmektedir.   Fuhuş ve fuhuşa teşvik konularında bize ulaşabilirsiniz.
1 5 6 7 8 9 23