Blog Son Yayınlar

İdari Yargı
By Av. Mustafa Kemal Batur / 05 Mayıs 2020

Tam Yargı Davası -tazminat davası- Nedir, nasıl açılır?

  İdarenin bir işlem, eylem veya eylemsizliği sebebiyle bir kişisel hakkı ihlal edilen, maddi manevi zarara uğrayan kişiler tarafından açılabilecek dava türü tam yargı davasıdır. Tam yargı davasında, uğranılan maddi manevi zararın tazmini talep edildiğinden uygulamada tazminat davası olarak da ifade edilmektedir.    Tam Yargı Davalarının İptal Davalarından Farkı Tam yargı davaları ile iptal davaları çoğu zaman birbirine karıştırılmaktadır. İptal davalarının konusu sadece idari işlemlerdir, hukuka aykırı işlemin iptali istenir. İptal davalarını açmak için menfaat bağı yeterlidir. Tam yargı davalarının konusu ise idari işlem veya eylemlerdir. İhlal edilen hakkın yerine getirilmesi veya zararın tazmin edilmesi talep edilir. Dava açmak için kişisel bir hakkın ihlal edilmiş olması gerekir.  Tam yargı davalarında görevi mahkemeler konusuna göre idare ve vergi mahkemeleri ile Danıştay’dır.  Tam yargı davasının konusu bir idari işlem olduğunda ilgililer doğrudan tam yargı davası açabilecekleri gibi iptal ve tam yargı davalarını birlikte de açabilirler. Bir diğer seçenek olarak önce iptal davası açarak bu davanın karara bağlanması sonrasında kararın tebliği veya işlemin icra tarihinden itibaren süresi içerisinde tam yargı davası açılabilir.  İdari eylemler sebebiyle hakları ihlal edilmiş olanlar ise dava açmadan önce bu eylemi bildirim veya başka şekilde öğrendikleri tarihten itibaren 1 yıl içerisinde ilgili idareye başvuruda bulunarak eylem veya eylemsizlik sebebiyle ihlal edilen haklarının yerine getirilmesi için başvuruda bulunmaları gerekir. Başvurunun kısmen veya tamamen reddedilmesi halinde veya 60 gün içerisinde cevap verilmediği takdirde, 60 günlük sürenin bittiği tarihten itibaren dava süresi içinde dava açılabilir.  Tam Yargı Davalarında Süre
  • İdari işlemlere karşı açılacak tam yargı davalarında, işlemin tebliğ edildiği tarihten itibaren,
  • İptal davası sonucu açılacak tam yargı davalarında, iptal davasının sonucunun veya kanun yollarına başvurulmuşsa buradaki kararın tebliğinden itibaren,
  • İdari eylemler nedeniyle açılacak tam yargı davalarında idareye yapılan başvurunun sonucunun tebliği veya 60 günlük zımni ret süresinin bitiminden itibaren 60 gündür.
  • Vergi mahkemelerinde dava açma süresi 30 gündür.
Tam Yargı Davalarında İdarenin Hukuki Sorumluluğu Tam yargı davalarında idarenin zarara uğrayan kişilere karşı tazminat sorumluluğu iki temel hukuki sebebe dayanır. Bunlar idarenin hizmet kusurundan kaynaklanan kusurlu sorumluluk hali ve kusursuz sorumluluk halidir.  İdarenin hizmet kusuruna dayanan kusurlu sorumluluk halinde bir hizmetin kötü yapılması, hiç yapılmaması veya geç yapılması durumları söz konusu olmaktadır. Kamu hizmetinin eksik, geç veya kötü yapılması durumunda idarenin hizmetini kusurlu gerçekleştiği kabul edilir ve zarar görene karşı tazminat sorumluluğu doğar.  Kusursuz sorumluluk hallerinde meydana gelen zararda idarenin herhangi bir kusuru bulunmamaktadır. Bununla birlikte idarenin kusursuz sorumluluğu nedeniyle tazminata hükmedilebilmesi için oluşan zarar ile idarenin işlem veya eylemi arasında bir nedensellik bağı olmalıdır. İdarenin kusursuz sorumluluk halleri genel olarak tehlike veya risk içeren faaliyetlerinden kaynaklanmaktadır.  Tam Yargı Davasında Neler İstenebilir? İdarenin işlem, eylem veya eylemsizliği nedeniyle uğranılan zararlar maddi ve manevi zarar kalemleridir. İdarenin hukuka aykırı işlemi sebebiyle malvarlığında azalmaya sebep olan çalışma gücü kaybı veya uğranılan zararlar nedeniyle oluşan masraflar maddi zarar kalemlerine örnek verilebilir. Manevi zarar ise yapılan bu hukuka aykırı işlem sonucunda kişilerin yaşadığı elem, keder, üzüntü olarak ifade edilebilir. Danıştay 8. Dairesi 2008/7982E. 20121855K. ‘..Davacı sigorta şirketi tarafından sigortalanmış bulunan aracın İstanbul il sınırları içinde 20.10.2005 gününde yağmur suyu kanal ızgaraları nedeniyle yapmış olduğu tek taraflı maddi hasarlı trafik kazası sonucu oluştuğu ileri sürülen 10.875,00TL maddi zararın sigortalısına ödeme yapıldığı 11.11.2005 gününde itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte tazmini istemiyle açılan davada; Mahkemelerince yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucunda hazırlanan ve hükme esas alınabilir nitelikte görülen bilirkişi raporu uyarınca, davalı idarenin %40 oranında kusurlu olduğu anlaşıldığından ve Anayasal düzenlemeler ile yerleşik içtihatlar uyarınca idarelerin hizmet kusuru işlemesi nedeniyle meydana gelen zararları tazminle yükümlü olduğu açık olduğundan davalı idarenin kusur oranına tekabül eden 4.350,00TL maddi zararın idari başvuru tarihi olan 30.01.2006 gününden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalı idarece davacı şirkete ödenmesine..’  Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu 2015/2933E. 2016/326K. Dosyanın incelenmesinden; 20/11/2003 tarihinde İstanbul İli, Beyoğlu İlçesindeki İngiltere Konsolosluğu önünde meydana gelen bombalı terör saldırısı sonucu yaralanan ... ve yakınları tarafından, olay nedeniyle uğradıklarını ileri sürdükleri maddi ve manevi zararın tazmini istemiyle 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 13. maddesine göre davalı İçişleri Bakanlığı'na ve İstanbul Valiliği'ne 24/08/2004 tarihli dilekçe ile başvuruda bulunulduğu, başvurunun zımnen reddi üzerine olay nedeniyle meydana gelen zararlarının tazmini istemiyle 21/12/2004 tarihinde bakılmakta olan davanın açıldığı… İdarenin kusura dayalı ya da kusursuz sorumluluğu yanında, Anayasanın öngördüğü sosyal hukuk devleti anlayışına uygun olarak ve bu temel üzerinden, kollektif sorumluluk anlayışı çerçevesinde bilimsel ve yargısal içtihatlar ile geliştirilen sosyal risk ilkesi, Anayasanın yukarıda öngördüğü amaçların gerçekleştirilmesine yöneliktir. Esasen bilimsel ve yargısal içtihatlara dayalı olarak geliştirilmiş olsa da, Anayasanın 6. maddesinde öngörüldüğü üzere, hiç bir organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisini kullanamayacağına göre, sosyal risk ilkesi de tazminat hukukunun temel prensiplerine kaynak oluşturan Anayasa hükümlerine dayanılarak kabul edilmiştir. Daha açık bir şekilde vurgulamak gerekirse, terör olaylarından zarar gören bireylerin maddi ve manevi zararlarının idari yargı mercilerinin toplumsal risk ilkesi uyarınca tazminine ilişkin kararları, konuyu düzenleyen genel bir yasa olmadığından, doğrudan Anayasanın öngördüğü ilkelere dayanmış; bu ilkeler Danıştay tarafından yorumlanarak ilkeye uygulanabilirlik kazandırılmıştır. Sosyal risk ilkesi ile toplumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanan, idarenin faaliyet alanında meydana gelmekle birlikte, yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmayan, toplumsal nitelikli riskin gerçekleşmesi sonucu oluşan, salt toplumun bireyi olunması nedeniyle uğranılan özel ve olağandışı zararların da topluma pay edilerek giderilmesi amaçlanmıştır. Genel bir ifade ile "terör olayları" olarak nitelenen eylemlerin, Devlete yönelik olduğu, Anayasal düzeni yıkmayı amaçladığı, bu tür olaylarda zarar gören kişi ve kuruluşlara karşı kişisel husumetten kaynaklanmadığı bilinmekte ve gözlenmektedir. Sözü edilen olaylar nedeniyle zarara uğrayan kişiler, kendi kusur ve eylemleri sonucu değil, toplumun bir bireyi olmaları nedeniyle zarar görmektedirler. Belirtilen şekilde ortaya çıkan zararların ise, özel ve olağandışı nitelikleri dikkate alınıp, terör olaylarını önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemeyen idarece, yukarıda açıklanan sosyal risk ilkesine göre, topluma pay edilmesi suretiyle tazmini hakkaniyet gereği olup, sosyal devlet ilkesine de uygun düşecektir. 
Aile Hukuku ve Boşanma Davası
By Av. Mustafa Kemal Batur / 05 Mayıs 2020

Nişan Hükümleri ve Nişanın Bozulması Sonucu Hukuki Değerlendirme

Nişanlanma, kadın ve erkeğin karşılıklı evlenme vaadinde bulundukları bir hukuki işlemdir. Bu hukuki işlemin niteliği tartışmalı olmakla birlikte bağımsız bir aile hukuku sözleşmesi olarak kabul edilebilir. Karşılıklı evlenme vaadi ve bu vaadde bulunanların ayrı cinsten olmaları nişanlamanın kurucu unsurlarıdır.  Nişanlılığı sona erdiren haller; evlenme, tarafların anlaşması, bozucu bir şartın söz konusu olduğu durumlarda bu şartın gerçekleşmiş olması, evlenmenin imkansızlaşması (özellikle ölüm), kesin bir evlenme engelinin meydana gelmesi veya tek taraflı olarak nişanlılığı sona erdirme yani nişan bozmadır. Tarafların karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanları nişanlılığı sona erdirmeleri mümkündür. Tarafların anlaşarak nişanlılığı sona erdirdikleri bu durumda nişanın bozulması söz konusu olmadığından tarafların maddi veya manevi tazminat talepleri söz konusu olamayacaktır. Ancak hediyelerin geri verilmesi istenebilir.  Taraflardan birinin açık veya örtülü tek taraflı bir irade beyanı ile nişanlılık ilişkisine son vermesi nişan bozma veya nişanlanmadan dönme olarak isimlendirilir. Nişanı bozmak isteyen taraf nişan bozmada mutlaka haklı bir sebebe dayanması gerekmez. Haklı bir sebep olmaksızın taraflardan birinin nişanlılığı sona erdirebilmesi nişanlanmanın evlenmeye zorlama hakkı vermeyeceği ilkesinin bir sonucudur. Ancak haklı sebep olmaksızın nişanlılığı sona erdiren tarafın tazminat sorumluluğu gündeme gelir. O halde nişanın bozulmasını haklı sebeple bozma ve haklı bir sebep olmaksızın bozma olarak iki başlık altında incelemek gerekir.  Nişanlılardan birinin haklı bir sebep olmaksızın veya kendisinden kaynaklanan bir sebeple nişanlılığa son vermesi nişanın haksız bozulması halidir. Bu durumda nişanı haksız olarak bozan tarafın tazminat sorumluluğu gündeme gelir.  Nişanlılık ilişkisinin devamını ve evlenmeyi, taraflardan birinin devam ettirmesini beklemenin dürüstlük kurallarına aykırılık oluşturduğu haller nişanı bozma için haklı sebep sayılır. Haklı sebep, karşı tarafın kusurundan kaynaklanabileceği gibi her iki tarafın kusurunun olmadığı bazı durumlarda da mümkün olabilir. Ancak karşı tarafın kusurundan kaynaklı bir bozma söz konusu ise nişanı bozan taraf tazminat isteyebilecektir.  Nişan bozmada haklı sebep örnekleri :
  • Tarafların ilişkilerinde küçük kardeş veya yaşlı bir aile bireyinin bakımını üstlenme gibi yeni bir durumun ortaya çıkması.
  • Nişanlılardan birinin iflas etmesi gibi ekonomik durumun sarsılmasına sebebiyet veren değişiklikler
  • Nişanlılardan birinin sürekli ve ağır  veya iyileşme imkanı olmayan ya da bulaşıcı bir hastalığa yakalanması  
  • Nişanlısının bir karakter özelliğinde yanılma, 
  • Nişanlılığın devamını taraflardan beklenemez kılan inanç veya hayat felsefesi farklılığı
  • Nişanlının uygun bir süre içinde geçerli veya haklı bir sebep olmadan evlenmemesi
  • Nişanlıya karşı kötü muamelede bulunma veya aldatma
  • Doktrinde evliliğin mutlulukla sonuçlanmayacağına ilişkin haklı inancın olması halinde de nişanın haklı sebeple sona erdirilebileceği ifade edilmektedir. 
Sayılan bu sebepler uygulamada sıklıkla karşılaşılan sebeplerdir bu nedenle sınırlı sayıda değildir. Başka olay veya olgular da haklı sebep oluşturabilir. Öne sürülen sebebin nişanı bozmak için haklı bir sebep olup olmayacağı hakim tarafından nişanlıların sosyal durumları da göz önüne alınarak takdir edilir.                  NİŞANLILIĞIN SONA ERMESİNİN SONUÇLARI (Nişan atma) Nişanlılık evlenme ile normal şekilde sona ermişse, bundan sonra evliliğin genel hükümleri  söz uygulama alanı bulacaktır. Nişanlılığın evlilik ile sona ermesi dışındaki diğer sona erme hallerinde hediyelerin geri verilmesi gerekir. Nişanlılık ölüm veya gaiplik sebebiyle sona ermişse hediyelerin geri verilmesinden başka bir sonuç doğmaz. Ancak, nişanın haksız olarak bozulması durumunda bazı şartlar mevcut ise maddi ve manevi tazminat sorumluluğu gündeme gelecektir.    MADDİ TAZMİNAT SORUMLULUĞU Medeni Kanun’un 120. Maddesine göre haklı bir sebep olmaksızın nişanı bozan veya kusurlu bir davranışı yüzünden nişanın bozulmasına sebep olan taraf tazminat ödemekle yükümlü olacaktır. Maddi tazminat yükümlülüğünün içeriğini dürüstlük kuralı çerçevesinde ve evlenme amacıyla yapılan harcamalar, katlanılan maddi fedakârlıklar ve nişan giderleri oluşturmaktadır. Yargıtay kararlarında masrafların evlenileceğine güven duyularak yapılmış olması şartını dikkatle değerlendirmektedir. Bu sebeple nişanlanmadan önce veya nişanlılık ilişkisi sona erdikten sonra yapılan masrafların tazmin edilmesi mümkün olmayacaktır. Açılan davada davalı, nişanın haklı bir sebeple sona erdiğini veya kusurunun bulunmadığını ispat edebildiği takdirde tazminat sorumluluğundan kurtulabilecektir. Madde 120’ye göre, yukarıda ifade ettiğimiz şartların varlığı halinde yalnızca nişanlı değil, nişanlının anne babası veya onlar gibi hareket eden kimseler de diğer taraftan tazminat isteyebilecektir. Onlar gibi hareket eden kimseler ifadesinin içeriği oldukça geniştir. Bu kişiler evlenmenin yapılacağı kanaatiyle masraf yapan akrabalar olabileceği gibi örneğin Darülaceze gibi bir kurum da olabilir. Ancak sırf gösteriş için yapılan masrafların tazminatı mümkün olmayacaktır. Burada önemli olan nokta masrafların dürüstlük kuralına uygun olarak ve evlenileceği kanaatiyle yapılmış olmasıdır.    MANEVİ TAZMİNAT SORUMLULUĞU Maddi tazminattan farklı olarak nişan atma sonrası manevi tazminat isteme hakkı yalnızca nişanlılara tanınmıştır. Anne, baba veya onlar gibi hareket edenler manevi tazminat isteyemezler. Manevi tazminat talep edebilmek için öncelikle nişanlılık bozma ile sona erdirilmiş olmalıdır. Bozma dışına örneğin ölüm gibi bir sebeple sona ermişse manevi tazminat talep edilemez. Tazminat isteyen tarafın kişilik hakkı bir zarara uğramış olmalıdır. Bu zarar ile nişanın bozulması arasında uygun bir illiyet bağı bulunmalıdır. Tazminat ödemesi gereken tarafın kusurlu olması gerekir.  Maddi ve manevi tazminat davaları birlikte açılabileceği gibi ayrı ayrı da açılabilir.    HEDİYELERİN GERİ VERİLMESİ  Medeni Kanun’un maddesine göre, nişanlılık evlenme dışında bir sebeple sona ermişse, nişanlılar, anne baba veya onlar gibi davrananlar vermiş oldukları hediyelerin iadesini isteyebilirler. Ancak burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta her türlü hediye değil, yalnızca mutad dışı yani alışılmışın dışındaki hediyelerin iadesi istenebilir. Yargıtay kararlarına göre bu hususun tespiti için birlirkişiye başvurulabilir. Bir diğer önemli nokta bu hediyelerin nişanlılık dolayısıyla verilmiş olmalıdır. Hediyeler aynen veya mislen geri verilemiyorsa sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre para olarak ödenmesine karar verilebilir.    ZAMANAŞIMI Hediyelerin geri verilmesine ilişkin talep ile maddi ve manevi tazminat talepleri nişanlılığın sona ermesinden itibaren 1 yıl içinde talep edilmelidir. 1 yıllık sürenin dolması ile zamanaşımına uğrar.     Beyzanur Kılıç     YARGITAY KARARLARI  Yargıtay 3. Hukuk Dairesi 2019/3395E. 2019/10358K. ‘…Davacı-karşı davalı; nişan töreninin ertesi günü davalının davacıya “bu iş bitti, bundan sonra işin anamla babamla” diye mesaj attığını, iki gün sonra da davacının anne-babası davalının evine gittiklerinde davalının annesinin içeri almadığını, hakaret ve tehditlere uğradıklarını, haksız ve kötü niyetli olarak sebepsiz yere nişanın bozulduğunu, davalının kusurlu olduğunu, nişan merasimi için yapılan masrafların boşa gittiğini, nişanda takılan bir set, 4 bilezik, iki yüzük, bir saat, bir küpenin iade edilmediği, 1.500 TL değerinde üç takım kıyafet alındığını, nişan hazırlıkları için saz ekibi yiyecek içecek ve diğer masraflar için de 3.000 TL harcandığını belirterek; davacının uğradığı 10.000 TL maddi 10.000 TL manevi zararın faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı-karşı davacı; nişanın bozulmasında davacının kusurlu olduğunu; takıların davacıya verildiğini savunarak; asıl davanın reddine karar verilmesini istemiş; karşı davasında ise, nişanın bozulmasıyla hayallerinin yıkıldığını ve psikolojisinin bozulduğunu ileri sürerek; 10.000 TL manevi tazminata karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Mahkemece; asıl davanın kısmen kabulü ile, toplam; 14 grm 18 ayar altın olan küpe, kolye ve tek taş yüzükten ibaret olan 903,00 TL değerindeki takı setinin davalı tarafça aynen iadesine; aynen iade mümkün olmadığı takdirde, değeri olan 903,00 TL nin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine, davacının maddi tazminata yönelik diğer taleplerinin reddine; davacı ...'ın manevi tazminat talebinin reddine; davalı- karşı davacı ...'un manevi tazminata yönelik dava ve taleplerinin de reddine karar verilmiş; hükmün, taraf vekillerince temyiz edilmesi üzerine; Dairemizin, 26.10.2017 tarihli 2016/4251 Esas, 2017/14743 Karar sayılı ilamı ile; "...hüküm altına alınan ziynet eşyalarının cins, nitelik, miktar ve değerlerinin hükümde ayrı ayrı gösterilmesi ve taraflara yüklenen borç ile tanınan hakkın infazda güçlük çıkarmayacak biçimde belirtilmesi, dosyanın kuyumcu bilirkişiye tevdii ile, talep edilen ziynet eşyalarının gram, ayar ve niteliklerinin gözönüne alınarak, dosyada mevcut CD ve fotoğraflar incelenmek sureti ile, davacının talep ettiği ziynet eşyalarının, incelenen resim ve CD'lerden hangilerinin olup olmadığı tek tek yazılarak, buna göre takılan ziynetlerin hiçbir tereddüte yer vermeyecek şekilde belirlenmesi Yargıtay ve taraf denetimine elverişli bilirkişi raporu alınarak sonucuna göre hüküm kurulması gerektiği gerekçesiyle" hükmün bozulmasına karar verilmiş ve bozma nedenlerine göre, tarafların diğer temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine gerek görülmediği belirtilmiştir. Mahkemece, bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda; asıl davada; davacının davalıya 1 adet set taktığını ispat edemediğini, 4 adet bileziği ise davacı ...'ın nişandan sonra geri aldığını; geriye kalan hediyelerin ise, cins, nevi, gram ve değerlerinin tespiti için gerekli olan bilirkişi ve talimat masraflarını davacı ... vekilince verilen süre içerisinde yatırılmadığını dolayısıyla bu ziynetler yönünden de davasını ispat edemediğini; 3 adet takım elbisenin kullanmakla tüketilen eşya olduğundan talep edilemeyeceğini, nişanda yapılan masrafların ise belgelendirmediği gerekçesiyle davacının maddi tazminat taleplerinin tümden reddine, manevi tazminat yönünden ise asıl ve karşı davada her iki tarafın nişanın kişilik haklarına zarar veren bir eylem sebebiyle bozulduğunu ispat edemedikleri gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiş; hüküm, taraflarca temyiz edilmiştir. 1-)Dosyadaki yazılara, kararın bozmaya uygun olmasına ve delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davacının tüm, davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir…Yargıtay 3. Hukuk Dairesi 2016/11421E. 2018/1662K. ‘…Davacı, davalı ile 24/05/2015 tarihinde nişanlandıklarını, nişan nedeniyle; 1 adet altın söz yüzüğü, 1 adet altın nişan yüzüğü, 1 çift altın küpe, 2 çift ayakkabı, 1 çift tellik, ve 3 takım nişan elbisesi aldıklarını, ayrıca düğün salonu için 2.000TL masraf yaptığını, ancak ortada hiç bir neden yokken davalının nişanı bozduğunu, nişan ve düğün hazırlıkları nedeniyle hem kendisinin hem de ailesinin yıprandığını, maddi ve manevi zarara uğradıklarını, davalı aleyhine 10.000 TL maddi ve 15.000 TL manevi tazminata hükmedilmesini, yapılan yargılama giderlerinin davalı üzerine bırakılmasını talep etmiştir. Davalı, davacı ile görücü usulü ile tanıştığını, davacıya ısınamadığını, bir ay sözlü kaldıktan sonra nişan yapıldığını, davacının nişan için verdiği şeylerin tamamını davacıya iade ettiklerini, talep edilen tazminatı ödeyecek maddi imkanının olmadığını belirterek davanın reddini dilemiştir. Mahkemece, davanın kısmen kabulü ile, davacının nişan nedeniyle yaptığı 2.500,00 TL düğün salonu kiralama gideri ve 900 TL nişanlık elbisesi gideri olmak üzere 3.400,00 TL maddi tazminat ile 1.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiş, hüküm süresi içinde davalı tarafça temyiz edilmiştir. Dava nişanın bozulması nedeniyle maddi ve manevi tazminat talebine ilişkindir. 1-TMK'nın 122.maddesine göre, nişanlılık evlenme dışında bir nedenden dolayı sona ererse, nişanlıların birbirlerine vermiş oldukları, alışılmışın dışındaki hediyeler geri istenebilir. Nişanın bozulması nedeniyle mutad dışı hediyelerin geri alınmasına ilişkin davalarda kusur aranmaz. Nişanın bozulması halinde alışılmışın dışındaki hediyeler aynen, mevcut değilse mislen geri verilir veya karşılığı sebepsiz zenginleşme kurallarına göre, geri istenir. Hediyelerin verildiği ve iade edilmediği hususu her türlü delil ile ispat edilebilir. Alışılmış (mutad) hediyelerden kasıt; giymekle, kullanmakla eskiyen ve tüketilen eşyalardır. Kural olarak giymekle, kullanılmakla eskiyen ve tüketilen (elbise, ayakkabı vs. gibi) eşyaların iadesine karar verilemez.Somut olayda nişan kıyafetinin kullanılmakla giymekle, kullanılmakla eskiyen ve tüketilen eşya olduğu gözetilmeksizin bu masraf ve eşya yönünden maddi tazminat talebinin kabulü doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir. 2- 6100 sayılı HMK'nın 26. maddesinin 1. fıkrası “Hâkim, tarafların talep sonuçlarıyla bağlıdır; ondan fazlasına veya başka bir şeye karar veremez. Duruma göre, talep sonucundan daha azına karar verebilir.” hükmünü ihtiva etmektedir. Yasanın bu açık hükmünden de anlaşılacağı üzere hâkim, iki tarafın iddia ve savunmaları ile bağlı olup talepten fazlasına veya başkasına hükmedemez. Somut olay incelendiğinde, davacı dava dilekçesinde düğün salonu kira bedelini 2.000,00 TL olarak belirtmesi karşısında mahkemece taleple bağlılık kuralına aykırı biçimde, 2.500,00 TL düğün salonu kira bedelinin iadesine şeklinde talep aşılarak hüküm tesisi doğru görülmemiş, bu husus bozmayı gerektirmiştir. 3- Kişilik değerlerinde oluşan manevi zarar, kişilik değerlerinde oluşan objektif eksilmedir. Objektif eksilmeden ise, sadece o kişi için değil; toplumdaki diğer bireylerin de aynı zarara(duruma) düşmeleri anlaşılmaktadır. 4721 sayılı Yasanın 23. ve devamı maddelerinde kişilik haklarının korunmasına yönelik hükümler düzenlenmiş olup ilgili yasal hükümlerle manevi tazminat verilebilecek olgular sınırlandırmıştır. 4721 sayılı TMK. nun 121.maddesine göre, nişanın bozulması yüzünden kişilik hakları saldırıya uğrayan taraf, kusurlu olan diğer taraftan manevi tazminat olarak uygun miktarda bir para ödenmesini isteyebilir.  Bilindiği üzere; manevi tazminat, haksız bir eylemin yarattığı üzüntünün, duyulan elem ve acıların giderilmesini amaçlayan bir ödencedir. Manevi zarar, mal varlığına dokunmayan, yaşam, sağlık, namus, sır, aile mahremiyeti gibi mal varlığı harici varlıklarda meydana gelen azalma olup, bu zarar manevi tazminatla giderilmeye, azaltılmaya çalışılmıştır. Kişilik haklarının korunmasına ilişkin hükümlerin getiriliş amacı kişilik haklarına yönelik saldırıların bertaraf edilmesidir. Bu hali ile tek başına nişanın bozulması olgusu, manevi tazminata yol açan haksız fiilin eylemi kabul edilmeyecektir. Ayrıca, nişanın bozulması ile oluşan doğal üzüntü ve menfaat ihlalinin tazminat bakımından yeterli görülmesi halinde tazminat yaptırımı tarafları evlenme akdi yapmaya yönelteceğinden, bu durum kişilerin evlenme sözleşmesine ilişkin irade serbestisini ortadan kaldırma sonucunu doğuracaktır. Bu bakımından manevi tamzinat giderimi yerine kişinin evlenme akdine yönelik irade özgürlüğüne değer atfetmek muhakkak ki daha doğru olacaktır. Temyize konu uyuşmazlık konusunda; davalının sebep göstermeden nişanı bozduğu anlaşılmaktadır. Bu hali ile davalının, davacının kişilik haklarına saldırarak doğal üzüntüyü aşan şekilde manevi zarara(objektif zarar) yol açtığından söz edilemez. Bu itibarla manevi tazminat koşullarının somut olayda bulunmadığı gözetilerek bu istem bakımından red kararı verilmesi gerekirken kabulü doğru olmamış, bu husus da bozmayı gerektirmiştir. SONUÇ: Yukarıda birinci, ikinci ve üçüncü bentte açıklanan nedenlerle hükmün HUMK'nun 428. maddesi gereğince davalı yararına BOZULMASINA,.’
Aile Hukuku ve Boşanma Davası
By Av. Mustafa Kemal Batur / 05 Mayıs 2020

Boşanmanın Sebepleri ve Sonuçları nelerdir? Velayet ve Mal Taksimi

  Kanundaki geçerlilik şartlarına uygun olarak kurulan bir evlilik ölüm, gaiplik veya boşanma ile sona erebilir. Boşanma ise, eşlerin kanunda sayılan sebeplerden birine dayanarak açtığı dava sonucunda evlilik birliğinin hâkim kararı ile sona ermesidir. Türk Medeni Kanunu’na göre boşanma ancak hâkim kararı ile gerçekleşebilir ve mutlaka kanunda sayılan sebeplerden birine dayanılması gerekir.  Boşanma sebepleri Medeni Kanun’un 161-166. Maddelerinde düzenlenmiştir. Boşanma sebepleri çeşitli yönlerden sınıflandırılabilir. Örneğin, bir kısım boşanma sebeplerinde evlilik birliğinin çekilmez hale gelmesi şartı aranır. Bu tür boşanma sebeplerine nispi boşanma sebepleri denir. bu şartın aranmadığı boşanma sebeplerine ise mutlak boşanma sebepleri denir. Mutlak boşanma sebeplerinde evlilik birliği temelinden sarsılmış mı incelenmez. Mutlak sebeplerin varlığı halinde doğrudan boşanma kararı verilir. Bazı boşanma sebepleri kanunda özel olarak düzenlendiği için özel boşanma sebepleri olarak ifade edilmektedir. Evlilik birliğinin temelden sarsılması hali ise genel boşanma sebebidir.  Kanun sistematiğine uygun olarak özel boşanma sebeplerinden başlayarak inceleyelim:   ZİNA  Kanundaki tanıma göre zina, eşlerde birinin, evlilik birliği devam ederken, karşı cinsten bir kişi ile isteyerek cinsi münasebette bulunması’dır. Zinanın süreklilik arz etmesi gerekmez, eşlerden birinin bu fiili bir kez gerçekleştirmiş olması yeterlidir. Flört ve benzeri yakın ilişkiler zina sayılmamakla birlikte zinanın varlığına fiili karine teşkil edebilirler. Eşler ayrılık kararı sonucunda ayrı yaşıyor olsalar bile bir başkası ile cinsi bir münasebette bulunma hali zina sayılır. Zina, kusura dayalı özel ve mutlak bir boşanma sebebidir. Yani zinanın tespiti halinde hâkim boşanmaya karar vermek zorundadır. Ayrıca zinanın evlilik birliğini temelden sarsmış olup olmadığı araştırılmaz.  Zinayı öğrenen eş öğrenme tarihinden itibaren 6 ay içinde veya zina fiilinden itibaren 5 yıl içinde ne zaman öğrenmişse öğrenme tarihinden itibaren 6 ay içinde dava açmalıdır. Bu sürelerin geçmesi halinde dava hakkı düşer. Ayrıca af halinde de dava açılamaz. Yani zina fiilini öğrenen eş, karşı tarafı affetmişse bundan sonra dava açması söz konusu olamaz.    HAYATA KAST, PEK KÖTÜ MUAMELE VEYA ONUR KIRICI DAVRANIŞ Hayata kast, bir eşin diğerini öldürme veya intihara teşvik veya yardım etme gibi fiilleridir. Bir plan dahilinde öldürmeye çalışma, yaralı eşin hayatını kurtarmak için gerekeni yapmama, intihara teşvik veya yardım hayata kasta örnek oluşturabilir. Genel olarak hayata kasta yönelik veya hayatı kurtarmaktan kaçınmaya yönelik bir fiil arandığından sadece tehdit bu boşanma sebebi için yeterli değildir.   Kanuni ifadesiyle ‘pek fena muamele’, eşin vücut bütünlüğüne veya sağlığına yönelik saldırı içeren fiillerdir. Burada da yine fiilin kasten işlenmiş olması gerekir. Fiilde devamlılık aranmaz.  Eşlerden birinin diğerinin onur ve saygınlığına aykırı olarak haksız suretle hakaret etmesi, onu küçük düşürmeye yönelik davranışlar onur kırıcı davranışlardır. Örneğin doğru olmamasına rağmen eş aleyhine hırsızlık ihbarında bulunulması, eşin evden atılması mahkeme koridorlarında eşe hakaret edilmesi.  Sayılan bu boşanma sebepleri kusura dayalı, özel ve mutlak sebeplerdir. Tepsileri halinde hakim boşanma kararı vermek zorundadır. Zinada olduğu gibi 6 aylık ve 5 yıllık dava açma süreleri mevcuttur. Af halinde dava açılamaz.    KÜÇÜK DÜŞÜRÜCÜ SUÇ İŞLEME VE HAYSİYETSİZ HAYAT SÜRME  İşlenen suçun küçük düşürücü bir suç olup olmadığını hâkim takdir eder. Yani her suç bu boşanma sebebini oluşturmaz. Hırsızlık, dolandırıcılık, hileli iflas örnek verilebilir. Suçun evlendikten sonra işlenmiş olması gerekir. Suç evlenmeden önce işlenmiş ve eş bunu sonradan öğrenmiş ise şartları varlığı halinde eş hata ya da hileye dayanarak evliliğin iptalini talep edebilir. Bir diğer seçenek olarak evlilik birliğinin temelden sarsılmasına dayanarak boşanma davası açabilir.  Kumarbazlık, ayyaşlık, randevu evi işletme, hayat kadını olarak çalışma haysiyetsiz hayat sürme olarak sayılabilir. Bu fiillerin devamlı olması gerekir. Fiillerin boşanma sebebi olabilmesi için evlilik sırasında devam ediyor olması gerekir.  Küçük düşürücü suç işleme ve haysiyetsiz hayat sürme sebepleri ile boşanma kararı verilebilmesi için bu sebeplerin eş için birlikte yaşamayı çekilmez hale getirmesi gerekir. Bu sebeplerle boşanma davası açılabilmesi herhangi bir süreye bağlı tutulmamıştır, her zaman açılabilir.    TERK Eşlerden birinin haklı bir sebep olmaksızın ortak konuta dönmemesi, diğer eşin haklı bir sebep olmaksızın eşinin ortak konuta dönmesini engellemesi, eşin evlilik birliğinden doğan yükümlülüklerinden kaçınmak amacıyla ortak konutu terk etmesi veya diğer eşin ortak konutu terk etmeye zorlamaya yönelik fiillerdir. Kusura dayalı, özel ve mutlak bir boşanma sebebidir. Tespiti halinde mutlaka boşanma kararı verilir.  Terk fiili en az 6 ay sürmüş olmalıdır. bu süre dolmadan terke dayanılarak boşanma davası açılamaz. Süre dolmadan dönen eş, bir süre sonra tekrar terk ederse 6 aylık süre yeniden işlemeye başlar. Ayrıca terk eden eşe noter veya hakim aracılığıyla bir ihtarda bulunulması gerekir. Kanun’a göre bu ihtar terk fiilinin 4. Ayından itibaren yapılabilir. Bu şartların gerçekleşmesi halinde ihtara rağmen dönmeyen eşe terke dayalı boşanma davası açılabilir.    AKIL HASTALIĞI Akıl hastalığı sebebiyle boşanma kararı verilebilmesi için üç şart aranmaktadır: 1. Akıl hastalığı evlilik sırasında var olmalıdır, ne zaman başladığının önemi yoktur. 2. Hastalığın iyileşmeyeceği resmi sağlık kurulu raporu ile tespit edilmiş olmalıdır. 3. Akıl hastalığı, diğer eş için ortak yaşamı çekilmez hale getirmiş olmalıdır.  Akıl hastalığı sebebiyle boşanma davası her zaman açılabilir, herhangi bir süreye tabi değildir.  Yukarıda ifade ettiklerimiz özel boşanma sebepleridir. Medeni Kanun’un 166. Maddesi genel boşanma sebeplerini düzenlemektedir. Genel boşanma sebepleri evlilik birliğinin temelinden sarsılması, eşlerin boşanma hususunda anlaşmış olmaları, ortak hayatın kurulamaması veya fiili ayrılık olarak sayılabilir.  Evlilik birliğinin temelinden sarsılması sebebinde önceden öngörülemeyen pek çok olay söz konusudur. Bu olaylar sebebiyle evlilik birliği temelinden sarsılmış olmalı ve eşlerden en az biri için ortak hayatın sürdürülmesi mümkün görünmemelidir.  Eşlerin anlaşması hali bir diğer ifade ile anlaşmalı boşanma için evlilik en az 1 yıl sürmüş olmalıdır. Eşlerin birlikte başvurması veya bir eşin diğerinin açtığı davayı kabul etmesi gerekir.  Daha önce herhangi bir sebeple açılan boşanma davası reddedilmiş ve bu ret kararının üzerinden 3 yıl geçmesine rağmen ortak hayatın kurulamamış olması halinde eşlerden biri boşanma davası açabilir.    BOŞANMA KARARI VE SONUÇLARI Boşanma kararı ile evlilik sona erer. Bu sebeple boşanma kararı bozucu yenilik doğuran bir karardır. Boşanma kararı ile eşler yönünden, çocuklar yönünden ve mali birtakım sonuçlar doğar.   Boşanma Kararının Eşler Yönünden Sonuçları Boşanma kararı ile evlilik birliği sona erer, taraflar yeniden evlenebilirler. Ancak kadının yeniden evlenebilmesi içim Kanun’un 132. Maddesine göre 300 günlük bekleme süresinin geçmiş olması gerekir.  TMK Madde 132: Evlilik sona ermişse, kadın, evliliğin sona ermesinden başlayarak üç yüz gün geçmedikçe evlenemez. Doğurmakla süre biter.  Kadının önceki evliliğinden gebe olmadığının anlaşılması veya evliliği sona eren eşlerin yeniden birbiriyle evlenmek istemeleri hâllerinde mahkeme bu süreyi kaldırır. Boşanan kadın, kural olarak eski eşinin soyadını kullanamaz. Evlenmeden önceki soyadına dönmek zorundadır. Ancak, kadının eski eşin soyadını kullanmakta menfaati varsa ve bu kullanımın devam etmesi durumunun eski eşe zarar vermeyeceği ispatlanırsa hakim eski eşin soyadını taşımasına izin verebilir. Kadının bu hususa ilişkin talepte bulunması gerekir.  Boşanma kararı ile birlikte artık eşler birbirlerine eş sıfatıyla yasal mirasçı olamazlar. Birbirleri lehine yaptıkları ölüme bağlı tasarruflar da aksi yönde anlaşma yapmadıkları sürece boşanma kararı ile kendiliğinden hükümsüz olur. Mirasçılıktan çıkarma ya da mirastan yoksunluk sebepleri yok ise ve eşler arasında eş sıfatları dışında başka bir kan hısımlığı sebebiyle mirasçılık durumu söz konusu ise bu sebeple oluşan yasal mirasçılık devam eder. Boşanma Kararının Çocuklar Yönünden Sonuçları  Evlilik devam ederken velayet,  anne ve baba tarafından birlikte kullanılır. Boşanma sonucunda ise hâkim durum ve koşulları değerlendirerek velayeti anne veya babadan birine verir. Bu konuda kanun hâkime geniş bir takdir yetkisi vermiştir. Takdir yetkisindeki en önemli ve belki de hâkimi bağlayan tek husus çocuğun menfaatidir. Tarafların velayete ilişkin anlaşmış olmaları hâkimi bağlamaz. Yine tarafların maddi durumları ve çocuğun yetişme şartları da değerlendirmede dikkat edilecek hususlardır.  Boşanma sonrasında bir çocuğun doğması halinde, bu çocuğun velayetine ilişkin ayrı bir dava açılması gerekir. Velayet kendiliğinde boşanma kararına göre uygulanmaz.  Velayet kendisine bırakılan anne veya babanın ölümü halinde, velayet doğrudan diğerine geçmez, hakimin bu konuda karar vermesi gerekir.  Velayet kendisine verilmeyen tarafın çocukla kişisel ilişki kurma hakkı devam eder. Hakim kişisel ilişki kurulması ve düzenlenmesi durumunda karar verirken yine çocuğun menfaatine göre karar verir. Kanun’un 324. Maddesinde çocukla kişisel ilişki kuran tarafa bu ilişkiyi zedelememesi, çocuğun eğitim ve gelişimini engellemekten kaçınması gibi yükümlülükler yüklenmiştir.  TMK Madde 324: Ana ve babadan her biri, diğerinin çocuk ile kişisel ilişkisini zedelemekten, çocuğun eğitilmesi ve yetiştirilmesini engellemekten kaçınmakla yükümlüdür.  Kişisel ilişki sebebiyle çocuğun huzuru tehlikeye girer veya ana ve baba bu haklarını birinci fıkrada öngörülen yükümlülüklerine aykırı olarak kullanırlar veya çocuk ile ciddî olarak ilgilenmezler ya da diğer önemli sebepler varsa, kişisel ilişki kurma hakkı reddedilebilir veya kendilerinden alınabilir. Anne baba dışında kan hısımları gibi üçüncü kişiler de çocukla kişisel ilişki kurabilmek için hâkimden talepte bulunabilirler. Ancak burada anne ve babadan farklı olarak olağanüstü bir durum durumun varlığı halinde bu ilişki kurulabilir. Yani üçüncü kişi ile çocuk arasında kişisel ilişki kurulmasını haklı gösterecek bir yakınlık, durum bulunmalıdır.  Velayet kendisine verilmemiş olan eski eşin çocuğun bakım masraflarına katılma yükümlülüğü sona ermez, gücü oranında masraflara katılmak zorundadır. Hakim, iştirak nafakasına talep olmadan karar verir. Nafaka miktarı çocuğun ihtiyaçları, nafaka ödeyecek kişinin mali durumu göz önünde bulundurularak belirlenir. Çocuk kendisine bırakılmayan taraf çalışamayacak durumda ise ve başka geliri yoksa nafaka ödemez. Kural olarak çocuk ergin oluncaya kadar ödenir. Ancak, çocuk ergin olmasına rağmen eğitimine devam ediyorsa iştirak nafakası eğitim sona erinceye kadar devam eder. Bir diğer durum, çocuk ergin olduktan sonra bakıma muhtaç ise Medeni Kanun’un 364. Maddesi hükmüne dayanarak yardım nafakası talep edebilir.    Boşanmanın Mali Sonuçları  Boşanma sebebiyle mevcut ya da beklenen menfaatleri zedelenen taraf, karşı tarafın kusurlu olması, kendisinin ise kusursuz veya daha az kusurlu olmak şartıyla karşı taraftan maddi tazminat talebinde bulunabilir. Tazminat miktarı hâkim tarafından belirlenir. Tazminatın zararın tam karşılığı olması gibi bir zorunluluk bulunmamaktadır. Maddi tazminat boşanma davası ile birlikte istenebileceği gibi ayrı olarak da istenebilir.  Boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan taraf, kusuru ile buna sebebiyet veren diğer taraftan uygun bir miktar manevi tazminat ödenmesini isteyebilir. Manevi tazminatta da davacının hiç kusursuz olması aranmamış, davalıya oranla daha az kusurlu olması tazminat talebi için yeterli görülmüştür. Medeni Kanun’un 175. Maddesine göre boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, geçimini sağlayabilmek için diğer taraftan yoksulluk nafakası talep edebilir. Talepte bulunan tarafın boşanmada ağır kusurunun bulunmaması gerekir. Hiç kusursuz değilse bile davalı taraftan daha az kusurlu olmalıdır. buna karşılık maddi ve manevi tazminattan farklı olarak davalının kusurlu olması aranmaz. Bir diğer şart, nafaka isteyen eş, çalışma gücünden yoksun olmalı veya başka bir geliri, serveti bulunmamalıdır. Nafaka miktarı bunu ödeyecek olan eşim mali gücü ile orantılı olarak belirlenir. Uygulamada genellikle irat şeklinde ödenmesi kararlaştırılsa da toplu olarak ödenmesi de mümkündür. Nafaka miktarının azaltılması veya artırılması, değişen koşullara göre yeniden belirlenmesi veya kaldırılması için mahkemeye talepte bulunulmalıdır.  Evliliğin boşanma sebebiyle sona ermesinden doğan dava hakları, hükmün kesinleşmesinden itibaren 1 yıl geçmekle zamanaşımına uğrar.    MAL TAKSİMİ BOŞANMADA MAL TAKSİMİ Eşlerin evlilik birliği devam ederken sahip olduğu malların kullanımı, tasarrufu ve tasfiyesine ilişkin hususlar mal rejimini oluşturmaktadır. Mal paylaşımı, evlilik birliği içinde edinilen malların boşanma kararı ile taraflar arasında seçtikleri mal rejimine uygun şekilde paylaştırılması esasına dayanır. Mal rejiminin tasfiyesine ilişkin dava boşanma davasından sonra açılır. Boşanma davası ile aynı anda ayrı bir dava olarak açılması halinde boşanma kararının kesinleşeceği süreye kadar bekletici mesele yapılır.   01.01.2002’den önce yürürlükte olan Medeni Kanun’da eşler arasında yasal olarak ‘Mal Ayrılığı Rejimi’nin geçerli olduğu kabul edilmekteydi. 01.01.2002’de yürürlüğe giren yeni kanun ile eşler arasındaki yasal mal rejimi ‘Edinilmiş Mallara Katılma Rejimi’ olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle mal rejimi tasfiyesi yapılırken tarafların herhangi bir mal rejimi sözleşmesi yapmadığı ihtimalde 2002 öncesinde satın alınan mallar kimin üzerine kayıtlı ise onun sayılacaktır. 2002 sonrasında satın alınan mallar ise taraflar arasında paylaştırılacaktır. Her iki durumda da evlenmeden önce satın alınan mallar kişisel mallar olarak isimlendirilir ve tasfiyede hesaba katılmaz. Edinilmiş mallara katılma rejiminde temel kural malların yarı yarıya paylaştırılması olsa da tarafların malların alımına, iyileştirilmesine ilişkin katkıları değerlendirilir bu durumda paylaşma oranlarında birtakım farklılıklar söz konusu olabilir.  ÖLÜM HALİNDE MAL TAKSİMİ Eşlerden birinin ölümü halinde sağ kalan eş evlilik birliği içinde edinilen malların yarısı üzerinde katılma alacağı hakkına sahip olur. Bu durumda mal rejiminin tasfiye tarihi eşin ölüm tarihidir. Ölen eşin terekesinden öncelikle sağ kalan eşin katılma alacağı ödenir. Kalan tereke mirasçılar arasında paylaştırılır. Sağ kalan eş aynı zamanda yasal mirasçıdır. Bu sebeple kalan tereke üzerinde yasal mirasçı sıfatıyla diğer mirasçılarla birlikte miras payı bulunmaktadır.    Beyzanur Kılıç   YARGITAY KARARLARI  Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2014/2041E. 2014/3138K.   ‘…Dosyadaki belgelerden, davacı-davalı kocanın akıl hastası olduğu ve 2.7.2013 tarihinde kısıtlandığı anlaşılmaktadır. Davalı-davacı kadının akıl hastalığına dayalı bir boşanma davası yoktur. (T.M.K. madde 165) Davacı-davalı kocanın hareketleri iradi olmadığı ve bu sebeple kendisine kusur yüklenemeyeceğinden, davalı-davacı kadının Türk Medeni Kanununun 166/1. maddesine dayalı davasının reddine karar verilmelidir. Ancak davacı-davalı kocanın açtığı dava yönünden boşanma hükmü 15.1.2014 tarihinde kesinleştiğinden, davalı-davacı kadının davasında boşanma talebinin konusu kalmamıştır. Bu sebeple davalı-davacı kadının boşanma talebi yönünden “karar verilmesine yer olmadığına” şeklinde karar verilmesi gerektiğinden hükmün bozulması gerekmiştir.  Davacı-davalı koca 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 405. maddesinde yer alan sebeple kısıtlandığı ve babasının velayeti altına alındığı anlaşılmaktadır. Akıl hastalığının yıllardan beri süre geldiği dosya kapsamıyla sabit olup, bu durumda davacı-davalının ayırt etme gücü bulunmamaktadır. Ayırt etme gücü bulunmayan kısıtlının davranışlarının iradi olduğu da kabul edilemez ve bu sebeple kendisine kusur yüklenemez. 0 halde eşini, “raporlu deli, şerefsiz, aptal, vs.”diyerek aşağılayan davalı-davacı kadın tamamen kusurludur. Davacı-davalı koca yararına maddi ve manevi tazminata hükmolunması gerekirken, bu husus gözetilmeden, yazılı şekilde davalı-davacı kadın yararına maddi (T.M.K.madde 174/1) ve manevi (T.M.K.madde 174/2) tazminata ve yoksulluk nafakasına (T.M.K.madde 175) hükmolunması doğru bulunmamıştır. SONUÇ : Temyiz edilen hükmün yukarda 2. ve 3. bentlerde gösterilen sebeplerle, kadının boşanma davası, kusur belirlemesi, tazminatlar ve yoksulluk nafakası yönünden BOZULMASINA,…’   Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2015/21712E. 2017/11K.  ‘…Toplanan delillerden davacı erkeğin, eşine 27/01/2014 tarihinde terk ihtarı ( TMK m.164) tebliğ ettirdiği anlaşılmaktadır. Bir eş, terk ihtarı çekmekle eşinin ihtar istek tarihinden önceki kusurlu davranışlarını affetmiş, en azından hoşgörüyle karşılamış olur. Affedilmiş veya hoşgörüyle karşılanmış olaylar da Türk Medeni Kanununun 166/1-2. maddesine dayalı boşanma davası için; boşanma sebebi olarak kabul edilemez. Davacı erkek eşinin ihtar tarihinden önceki kusurlu davranışlarını affetmiştir. İhtar istek tarihinden sonra davalı kadına yüklenebilecek başkaca yeni bir vakıanın varlığı da kanıtlanamadığına göre, boşanma davasının reddine karar verilmesi gerekirken davanın kabül edilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir. SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA,…’   Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2017/1286E. 2019/142K. ‘…bir davada ispat yükü, dayandığı vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan hak çıkaran yani vakıadan yararlanan kimseye aittir. TMK’nın 166/4. maddesinde de genel kuraldan ayrılmayı gerektiren herhangi bir düzenleme mevcut değildir. Şöyle ki, davacı daha önce bir boşanma davasının açıldığı ancak reddedildiği, bu davanın kesinleştiği ve kesinleşmeden itibaren üç yıllık süre zarfında ortak hayatın yeniden kurulmadığı hususundaki vakıalara dayanmaktadır. Bu vakıaların ispatı hâlinde elde etmek istediği sonuç “boşanma” kararı verilmesidir. Dolayısıyla TMK’nın 166/4. maddesine dayalı davalarda ispat yükü davacıdadır ve davacı davasını dayandırdığı olguları ispat etmek zorundadır. Bu hususta tanık anlatımları, zabıta araştırması, nafaka, icra ve ceza dosyaları…gibi daha bir çok ispat aracına başvurabilecektir. Somut olaya gelince; davacının daha önce açtığı boşanma davasının, “davacının davasını ispatlayamadığı gerekçesiyle” reddedilerek 20.01.2010 tarihinde kesinleştiği ve kesinleşme tarihi ile eldeki davanın açıldığı tarih arasında üç yıldan fazla bir sürenin geçtiği sabittir. Ne var ki, davacı, 11.12.2013 tarihli ön inceleme duruşmasında “davaya ilişkin bildireceğim delilim yoktur” demek suretiyle kanunda öngörülen üç yıllık süre içerisinde ortak hayatın kurulması amacıyla bir araya gelinmediği hususunda herhangi bir ispat vasıtası sunmayacağını ortaya koymuştur. Davalı kadın ise davaya cevap vermediği gibi duruşmalara da katılmamıştır. Bu durumda, HMK’nın 128. maddesi gereğince dava dilekçesinde ileri sürülen vakıaların tamamını inkâr etmekle yetinmiştir. Eldeki davanın resen araştırma ilkesinin uygulandığı bir dava olmadığı da açıktır. Bu sebeplerle, yukarıda açıklanan hususlara değinen yerel mahkeme direnme kararı usul ve yasaya uygundur. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, olayın özelliği itibariyle ispat külfetinin davalıda olduğu, menfi bir olgunun ispatının davacıya düşmeyeceği, kanunun amacına uygun yorum yapılması gerektiği, TMK’nın 166/4. maddesinde dayalı olarak açılan davalarda bir karinenin varlığının söz konusu olduğu, daha önce açılan boşanma davasının tarafların ayrı yaşadığına dair bir karine olduğu ve HMK’nın 190/2. maddesine göre de karinenin aksinin davalı tarafça ispat edilmesi gerektiği, yine tarafların yerleşim yeri adreslerinin ayrı olmasının ve davacının başka biriyle olan birlikteliğinden bir çocuğun dünyaya gelmesinin tarafların ayrı yaşadığını gösterdiği, bu durumda ispat yükünün yer değiştirdiği, sonuç olarak bozma kararının yerinde olduğu görüşleri ileri sürülmüşse de bu görüşler Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.  Açıklanan nedenlerle, daha önceden açılan ve reddedilip kesinleşen davadan sonra eşlerin ortak hayatı kurmak amacıyla bir araya gelmediklerine dair vakıanın davacı tarafından ispat edilemediği gerekçesiyle davanın reddine dair verilen direnme kararının onanması gerekmiştir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının ONANMASINA,…’
İdari Yargı
By Av. Mustafa Kemal Batur / 05 Mayıs 2020

Kamulaştırma ve Kamulaştırmasız El Atma nedir? Acele Kamulaştırma

İdare kamu yararına uygun hizmetlerini gerçekleştirmek amacıyla çoğu zaman taşınır ve taşınmaz mallara ihtiyaç duymaktadır. Nitekim, yükselen şehirleşme ile şehir planlamalarının önemi artmış olup; şehirleşmeye uygun kamu hizmetinin gerçekleştirilmesi noktasında ihtiyaç duyulan taşınmazın özel mülkiyete haiz olması durumlarına ilişkin Kanun ile belirli mal edinme türleri düzenlenmiştir.   
  1. Kamulaştırma
Kamu yararı amacıyla özel mülkiyetin elinde bulunan bir taşınmazın idare tekeline geçmesi kamulaştırma ile mümkün olabilmektedir. Kamulaştırma, mülkiyetin idareye cebren geçmesini ifade etmektedir. Anayasanın 46. maddesi ile düzenlenerek; devlet ve kamu tüzel kişilerinin kamu yararının gerektiği hallerde gerçek karşılıklılarını peşin ödemek şartıyla kanunun öngördüğü usuller çerçevesinde mülkiyetin idareye geçebileceğini ifade etmiştir. Kamulaştırma, esasen mülkiyet hakkına yapılan müdahale olduğundan mülkiyet ilişkisi açısından yakın ilişki içerisindedir. Kamulaştırma alelade bir kurum tarafından yapılamayacağı gibi 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un öngördüğü üzere devlet veya kamu tüzel kişiler tarafından, özel mülkiyete tabi bulunan mallar hakkında kamu yararı amacıyla malın gerçek değeri ödenerek yapılmaktadır. 
  • Malın gerçek değerinin peşin olarak ödenmesine ilişkin ise Kamulaştırma Kanunun 3. maddesi ile bir istisna getirilmiş; tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskân projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanlarının yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla yapılan kamulaştırılmalarda taksitlendirme yapılabileceği ifade edilmiştir. Ancak her halükârda, taksitlendirme 5 yılı aşamamaktadır.
  • 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un 3 maddesi uyarınca düzenlenen taksit şeklinde veya peşin ödenmesi gereken kamulaştırma bedellerinin ödenmemesi haline karşı Anayasasının 46/3 fıkrası uyarınca kamu alacakları için öngörülen en yüksek faizi uygulanmaktadır. Uygulan bu yüksek faiz ise, değişen enflasyon oranları gereği mülkiyet değerini koruyucu bir yaklaşımın gereğidir. Diğer yandan Kanunun 3/2 fıkrası ile kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait taşınmazın kamulaştırılması halinde ise bedelin peşin ödeneceği kararlaştırılmıştır.
 
  1. Kamulaştırma Usulü
Kamulaştırma süreci idari ve adli aşama olmak üzere iki aşamaya ayrılmaktadır. Bir kamulaştırma işleminin gerçekleşmesi için öncelikle, idare kamulaştırma bedeli için yeterli bir ödenek temin etmelidir. Yeterli ödeneğin temin edilmesi akabinde kamu yararı kararı alan idare, kamulaştırılacak taşınmazı belirler. Kamulaştırma kararı alan ve kamulaştırılacak idareyi belirleyen idare, tapu siciline bu taşınmaz için şerh verilmesini ister. Tüm bu işlemlerin akabinde vatandaşı ilgilendiren en önemli husus olan bedel ise öncelikle satın alma usulü ile denenmektedir. Satın alma usulü; bir özel hukuk ilişkisindeki gibi malın bedeli konusunda anlaşma yapılması ile ilgilidir. Malik rıza gösterirse; mülkiyetin idareye devri için tapuya ferağ verir ve mülkiyet idareye geçer. Eğer ki malik rıza göstermezse;
  1. Kamulaştırma kararı alan idare, görevli Asliye Hukuk Mahkemelerinde Bedel Tespiti ve Tescili için dava açar, 
  2. Görevli Asliye Hukuk Mahkemesi, malike meşruhatlı davetiye tebliğ eder. İşbu davetiyede malike 30 gün içerisinde İdare Mahkemelerinde Kamulaştırma İşleminin İptali için dava açabileceği ihtar edilir. Ayrıca davetiyenin tebliği ile artık malın üçüncü kişiye devri yasaklanır.
MALİK 30 GÜN İÇİNDE DAVA AÇARSA MALİK 30 GÜN İÇİNDE DAVA AÇMAZSA
Malikin açmış olduğu iptal davasına ilişkin, idari yargı organı Yürütme Durdurma Kararı verebilir. Malik ihtara rağmen dava açmaz yalnızca bedel konusunda uyuşmazlık yaşanırsa, Asliye Hukuk Mahkemesi duruşmada tarafları bedelin tespiti konusunda anlaşmaya davet eder. Anlaşırlarsa, dosya bilirkişiye gitmez. Anlaşma sağlanamazsa, bedel bilirkişi ve keşif marifetiyle hâkim tarafından tespit edilir. Kamulaştırma bedeli hak sahibi adına idare tarafından bankaya yatırılır ve buna ilişkin makbuz mahkemeye ibraz edilirse, taşınmaz idare adına tescil olur.
YD KARARI VERİLİRSE YD KARARI VERİLMEZSE
İdarenin açmış olduğu bedel tespiti davasını gören Asliye Hukuk Mahkemesi, İdari Yargının nihai kararını bekler. Eğer nihai olarak, kamulaştırma işleminin reddine karar verirse Asliye Hukuk mahkemesi de davayı reddeder.  YD kararının verilmemesi halinde ise, Asliye Hukuk Mahkemesi duruşmada tarafları bedelin tespiti konusunda anlaşmaya davet eder. Anlaşırlarsa, dosya bilirkişiye gitmez. Anlaşma sağlanamazsa, bedel bilirkişi ve keşif marifetiyle hâkim tarafından tespit edilir. Kamulaştırma bedeli hak sahibi adına idare tarafından bankaya yatırılır ve buna ilişkin makbuz mahkemeye ibraz edilirse, taşınmaz idare adına tescil olur. 
  1. Kamulaştırma Yoluyla İrtifak Hakkı Kurulması 
Kamu tüzel kişileri bazı durumlarda özel kişilerin taşınmazları üzerinde bütün taşınmazı işgal etmeyecek boyutta yalnızca irtifak hakkı kurma ihtiyacı duyar. Kamulaştırma Kanunda özel olarak kamulaştırma yoluyla irtifak hakkının tesisi düzenlenmemiş olup, bu usule başvurmak isteyen idare, irtifak hakkının kurulmasını da kamulaştırma usulü ile yapacaktır. Nitekim, yukarıdaki şema ile anlatılan kamulaştırma usulü irtifak hakkının tesisinde de aynen geçerli olacaktır. Bedel ile kurulacak olan irtifak tesisinde taşınmazın mülkiyeti idareye geçmemekte yalnızca, tesis edilen hak kapsamında kullanma ve yararlanma hakkı idareye geçmektedir. Örneğin, bir doğalgaz boru hattının arsadan geçmesi için arsanın mülkiyetinin idareye geçmesine gerek yoktur, yalnızca kullandırma ve yararlandırma amacıyla irtifak hakkı kurulması yeterlidir.
  1. Kamulaştırmasız El Atma
Kamulaştırmasız el atma bir kamu tüzel kişisinin özel mülkiyette bulunan bir taşınmazı fiilen işgal etmesidir. Yani, kamulaştırma bedelinin ödenmesi ile idarenin mülkiyetine geçen kamulaştırma işleminden farklı olarak, idarenin taşınmaza bedelsiz olarak el koymasıdır. Uygulamada oldukça yaygın olan ilgili duruma istinaden, işbu hukuka aykırı el koymaya karşı dava açma hakkı vatandaş nezdinde elbette ki mümkündür. Örneğin, kamulaştırma işlemlerinin tamamlanmaksızın, özel mülkiyete tabi taşınmaza el konulmasına veya imar planına göre taşınmazı kamu yararına tahsis etme işlemlerinin hukuka aykırı olması halinde el atmanın önlenmesi, ecri – i misil, kamulaştırmasız el atma adı altında mahkemelerde dava konusu olabilecektir.   Kamulaştırmasız El Atma işlemi ile yapılan hukuka aykırı işgale karşı aşağıdaki kanun yollarına başvurulabilir;
  1. Müdahalenin Men’i Davası Açılabilir.
2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’da bu hususa ilişkin açık bir hüküm bulunmasa dahi, Borçlar Kanunda düzenlenen haksız fiil hükümlerine dayanak olarak müdahale-i men davası açılabilecektir. İkame edilecek bu dava ile idarenin tecavüzü engellenerek, idarenin haksız fiili durdurulacaktır. Eğer idarenin fiili tecavüzü devam etmiyor ise malik tazminat talep edebilme hakkına da ayrıca sahip olacaktır. Taşınmazı kullanan intifa hakkı sahibi de bu davayı ikame edebilir. İdarenin haksız fiilini durdurma amacıyla ikame edilen davada ayrıca işgal edilen taşınmazın eski hale getirilmesi de talep ediliyorsa, bu hale ilişkin olarak zarar ve fayda değerlendirilerek, el konulan taşınmaz (bölüm) bedeli eski hale getirme masraflarından fazla ise, taşınmazın idare adına da tesciline karar verilebilmektedir. 
  1. Bedel Davası Açılabilir.
Taşınmaz maliki idarenin haksız fiiline karşı dilerse bedel davası açabilir. Nitekim, bahse konu dava ile taşınmaz sahibi el konulan taşınmaz bölümünün bedelini idareden talep edebilecektir. Ancak, taşınmazın üzerine kamu yararı amacıyla tatbik edilmiş bina veyahut tesis yapılması hallerinde ise, fiilin durdurulması idare nezdindeki hukuki menfaati ortadan kaldıracağı ve masraflı bir işlem olacağından müdahale-i men davası yerine bedel davasının açılması gerekmektedir. Ayrıca, taşınmazın bedeli bedel davasını açıldığı tarihe göre değerlendirilecektir. Bedel Davası, 2942 Sayılı Kanun’un geçici 6. maddesi ile düzenlenmiştir. İlgili maddeye göre 9/10/1956 tarihi ile 4/11/1983 tarihi arasında fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazlara veya kaynaklara kısmen veya tamamen veyahut irtifak hakkı tesis etmek suretiyle malikin rızası olmaksızın fiili olarak el konulması sebebiyle, mülkiyet hakkından doğan talepler bu madde hükümlerine göre uygulama alanı bulacaktır. Yeni düzenleme ile bu maddeye ilişkin bedel talepleri için uzlaştırma usulü dava şartı olarak kabul edilmiştir. Nitekim, tespit edilecek bedel dava tarihi dikkate alınarak hesaplanarak taşınmaz malikine ödenecektir. Müdahale-i men ve Bedel davaları için 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu’nda 20 yıllık hak düşürücü süre kararlaştırılmış ise dahi Anayasa Mahkemesi öngörülen hak düşürücü süreyi düzenleyen maddeyi iptal etmiştir. Bu sebeple, herhangi bir zamanaşımı ve hak düşürücü süreye tabi olmaksızın bedel ve müdahale-i men davaları açılabilecektir.
  1. Ecri misil Davası Açılabilir.
Bir diğer tazminat çeşidi olan ecri misil, kamulaştırmasız el atmanın gerçekleşmesi ile haksız suretle taşınmazı kullanan idareden mahrum kalınan gelirin tanzim edilmesi talebinden ibarettir. Ecri – misil bedel davası ile birlikte talep edilebilir. Bedel davasının açılma tarihine kadar olan zaman dilimini kapsayacak şekilde; haksız suretle işgal edilen taşınmazdan ecr-i misil talebinde bulunabilecektir. Ecri-i misil davalarında tazminat tutarı olarak genel itibari ile taşınmazın kiralanması ile elde edilen gelir üzerinden değerlendirme yapılmaktadır. Ecri misil davalarında Yerleşik Yargıtay içtihatları uyarınca ancak 5 yıllık süre nazarında ecri misil talep edilebilmektedir. 
  1. Tazminat Davası Açılabilir.
İdarenin haksız fiili sonucunda taşınmaz nezdinde bir zarara sebebiyet verilmesi halinde ise, yukarıdaki sayılan dava türleri ile birlikte ilgili tazminat ayrıca talep edilebilir. Örneğin, tarla niteliğine haiz arsa payı üzerinde herhangi bir kamulaştırmasız el atma işlemi yapılarak tarlaya zarar verildiği halde idarenin sorumluluğuna tabii ki gidilebilecektir.   Kamulaştırmasız El Atma İşleminin İstinasları
  1. Acele Kamulaştırma
Bir kamulaştırma usulü olarak acele kamulaştırma bir istisnai haldir. 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un 27. Maddesi uyarınca 3634 Sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunun uygulanmasında yurt savunması için, Cumhurbaşkanlığı tarafından acele olduğuna karar verilen hallerde ve özel kanunlarda öngörülen olağanüstü hallerde acele kamulaştırma yapılabilir. Acele kamulaştırma işlemi için yalnızca kıymet takdiri gibi işlemler yapılmaktadır. Diğer işlemlerin tamamlanması kamulaştırma süreci için zorunlu değildir. Bedel tespiti için örneğin yukarda anlatılan süreç işlemeyecektir.
  1. Düzenleme Ortaklık Payı Kesintisi ile Kamulaştırma
3194 Sayılı İmar Kanun’un 18. maddesi ile imar sınırı içerisinde bulunan arazilerin maliklerin ve diğer hak sahiplerinin rızası aranmaksızın kamu yararına hizmet amacı ile idare adına tatbik edileceği düzenlenmiştir. Nitekim, rızası hilafında işgal edilen bu yerler aynı maddenin 3. fıkrasında ‘’düzenlemeye tabi tutulan’’ yerler olarak belirlenmiş olup tek tek sayılmıştır. Sayılan bu yerlere ilişkin özel mülkiyeti bulunan gerçek veya tüzel kişilerin taşınmazı bu madde uyarınca %40’ı bedelsiz olarak idare adına tescil edilebilecektir. Nitekim Kanun uyarınca, taşınmaz maliki düzenleme ortaklık payı ile tatbik edilen arsasındaki azalma için kamulaştırmasız el koymaya ilişkin hukuki yollara başvuramamaktadır. Pek tabii, %40 üzerindeki oran için ise idare DOP dışında kalan kısım için bedel ödemesi gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Aksi halde, malik bu kesintiye ilişkin kamulaştırmasız el atmaya ilişkin kanun yollarına başvurabilir.  Peki bedelsiz olarak el konularak kamulaştırılan bu arsaların akıbeti takip edildiğinde temin etme amacının gerçekleştirilmemesi yani taşınmazın kamu yararına uygun olarak kullanılmadığının tespiti halinde ne yapılabilir? Kanunun 18. maddesi ile el konulan taşınmazların hangi hukuki hizmet kapsamında kullanılacağı ifade edilmiştir. Kanun uyarınca tanzim edilen işbu taşınmazlar, yol, meydan, park, otopark ve buna benzer hukuki hizmetlerle ilgili tesisler dışında kullanılamayacaktır. Bu şekilde bedelsiz olarak özel mülkiyetten çıkan araziler üzerinde yol, meydan, park, otopark, çocuk bahçesi, yeşil saha, ibadet yeri, karakol gibi umumi hizmetlerin ve bu hizmetlerle ilgili tesislerin imar planın yapılmaması veya çok uzun yıllar imar planlamasının yürütülmemesinin bir sonucu olarak uygulamada ihtilaflar ortaya çıkmaktadır.  Nitekim, İmar Kanunun 10. maddesi uyarınca, idareler imar planlarının yürürlüğe girmesinden 3 ay içinde, bu planı tatbik etmek üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlamak zorunda olmalarına rağmen, birçok taşınmaz üzerinde imar planları programa alınmaksızın kamu yararını gerçekleştirmeden pasif şekilde bırakılmaktadır. Hal böyle ki, 2942 Sayılı Kanun’un 23. maddesi ile Kamulaştırılan Malın Geri Alınması (bu konu ile ilgili makalemize buradan ulaşabilirsiniz. https://www.batur.av.tr/blog-post/kamulastirilan-malin-geri-alinmasi-ve-geri-alma-hakki ) başlığı altındaki şartlar dahilinde kamulaştırılan ancak 5 yıl itibari ile kamulaştırma amacı yerine getirilmeyen taşınmaz sahiplerine taşınmazı geri alma hakkı tanınmış iken 3194 Sayılı İmar Kanunu ile düzenlen Düzenleme Ortaklık Payı ile taşınmazının %40’ı kesilen taşınmaz malike, umumi hizmet gerçekleştirilmemiş olsa dahi karşı böyle bir hak tanınmamıştır.  Ancak, belediyelerin ihmalkâr davranışları ile 5 yıl geçmiş olmasına karşın herhangi bir umumi hizmet yapılmamış veya imar planları herhangi bir sebep olmaksızın ertelenmiş olması karşısında ne kadar kanun, malın geri alınması veya kesintiye denk bir bedel ödenmesi hakkı tanımamış olsa dahi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine mülkiyet hakkının ihlal edildiği gerekçesi ile başvurulabilecektir.   Av. Tuğçe Aslan
Borçlar Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 05 Mayıs 2020

Kira Tespit ve Uyarlama Davası nedir? Nasıl gerçekleşir?

  Kira sözleşmesinin en önemli unsurlarından biri kira bedelidir. Borçlar Hukuku’ndaki sözleşme özgürlüğü ilkesi uyarınca kira sözleşmesinin kurulması aşamasında taraflar, kira bedelini serbestçe belirleyebilirler. Ancak sözleşmenin devamı sırasında yenileme dönemlerinde kira bedelinin belirlenmesi birtakım sınırlamalara tabi tutulmuştur. Kira bedelinin belirlenmesi ve uyarlanmasına ilişkin hükümler Borçlar Kanunu’nun 343 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir.  Öncelikle kira sözleşmelerinde kira bedelinin belirlenmesi dışında sözleşme üzerinde yapılan diğer düzenlemelerle kiracı aleyhine değişiklik yapılamaz. Borçlar Kanunu’nun 343. Maddesinde ifade edilen bu hüküm emredici niteliktedir. Kiracı aleyhine düzenleme yasağı ise 346. Maddede düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, kiracıya kira bedeli ve yan giderler dışında herhangi bir ödeme yükümlülüğü yüklenemez. Kira bedelinin zamanında ödenmemesi halinde ceza koşuluğu uygulanamaz buna ilişkin veya yine zamanında ödememe sebebiyle sonraki kira bedellerinin muaccel olacağına ilişkin anlaşmalar geçersiz sayılır. Kira tespit davasını kiracı veya kiraya veren açabilir. Önemli olan davayı açmakta hukuki yararın bulunmasıdır. Kira bedeli belirlenirken, taraflar arasında kira bedelinin tespitine ilişkin bir anlaşma olup olmaması, sözleşmenin süresi gibi hususlara göre inceleme yapılır. 
  • Taraflar arasında kira bedeline ilişkin bir anlaşma yapılmış ise; yenilenen kira döneminde uygulanacak kira bedeli ‘bir önceki kira yılında tüketici fiyat endeksindeki 12 aylık ortalamalara göre değişim oranını geçmemek koşuluyla’ geçerli olur. Daha önce bu oran, üretici fiyat endeksindeki artışa göre belirleniyordu. 2019 yılında yapılan değişiklikle tüketici fiyat endeksindeki 12 aylık ortalama sınır olarak belirlenmiştir. Taraflar arasında bu sınır üzerinde bir orandan anlaşma yapılmışsa, taraflardan her biri mahkemeye başvurarak kira bedelinin kanundaki oranlar üzerinden tespitini talep edebilir.
  • Taraflar arasında kira bedelinin tespitine ilişkin herhangi bir anlaşma yapılmamış ise; kira bedeli hakim tarafından yine  ‘bir önceki kira yılında tüketici fiyat endeksindeki 12 aylık ortalamalara göre değişim oranını geçmemek koşuluyla’ belirlenir. Kira bedeli kiralananın durumu ve  emsal değerler incelenerek hakkaniyete uygun olarak tespit edilir. 
  • 5 yıldan uzun süreli veya 5 yıldan sonra yenilenen kira sözleşmelerinde ise; taraflar arasında bir anlaşma olup olmadığına bakılmaksızın kira bedelinin tespiti için mahkemeye başvurulabilir. Bu durumda da yine kira bedeli, bir önceki yılın tüketici fiyat endeksindeki 12 aylık ortalamalara göre değişen oranı, kiralananın durumu ve emsal kira bedelleri göz önüne alınarak hakkaniyete uygun bir şekilde tespit edilir.
  • Kira bedeli yabancı para üzerinden belirlenmiş ise; 5 yıl geçmedikçe kira bedelinde değişiklik yapılamaz. 5 yıl geçtikten sonra kira bedelinin belirlenmesinde, yabancı paranın değerindeki değişiklikler göz önünde tutularak yukarıda 5 yıldan uzun süreli sözleşmelere ilişkin ifade ettiğimiz hususlar çerçevesinde tespit yapılır. Ancak Borçlar Kanunu’nun aşırı ifa güçlüğü kenar başlıklı 138. Maddesi ve 2019 yılında yapılan değişiklikle eklenen 20.02.1930 tarihli ve 1567 Sayılı Türk Parasının Korunması Hakkında Kanun hükümleri saklıdır. 
  DAVA AÇMA SÜRESİ  Kira bedelinin tespitine ilişkin dava her zaman açılabilir. Ancak, tespit davası yeni dönemin başlangıcından en geç 30 gün önce açıldığı veya bu süre içerisinde kiraya veren tarafından kira bedelinin artırılacağına ilişkin bir ihtarname gönderildiği takdirde, dava yeni kira döneminin sonuna kadar açılmış olursa mahkeme tarafından tespit edilen kira bedeli, bu yeni kira döneminin başlangıcından itibaren geçerli olur.    COVID-19 NEDENİYLE KİRA BEDELİ UYARLAMA DAVASI Yenilenen kira dönemlerinde bedel tespitine ilişkin hususları yukarıda inceledik. Peki, şu anda tüm dünyanın ve ülkemizin gündeminde olan korona virüs sebebiyle ödeme güçlüğü çekenler için kira bedelinin uyarlanması talebi söz konusu olabilecek mi? Bir diğer soru, karantina sebebiyle işyerleri kapalı olanlar, bu süreçte herhangi bir faaliyet gerçekleştiremeyenler de kira bedelinin uyarlamasını talep edebilecekler mi? Kira sözleşmesi tam iki tarafa borç yükleyen bir sözleşme türüdür. Yani kiracının ve kiraya verenin karşılıklı birtakım yükümlülükleri mevcuttur. Kiraya veren, kiralananı sözleşmede amaçlanan kullanıma elverişli şekilde teslim etmek ve sözleşme boyunca kullanıma elverişli şekilde bulundurmak zorundadır. Kiracının en temel yükümlülüğü ise kira bedelini ödemektir. Karantina sürecinde zorunlu olarak kapatılan işyerlerine ilişkin kiraya veren kiralananı kullanıma elverişli bulundurma borcunu yerine getirememektedir. Kiracı, Borçlar Kanunu’nun karşılıklı borç yükleyen sözleşmelerde ifada sıra kenar başlıklı 97. Maddesine dayanarak kira bedelini ödeme yükümlülüğünden kaçınabilir.  MADDE 97- Karşılıklı borç yükleyen bir sözleşmenin ifası isteminde bulunan tarafın, sözleşmenin koşullarına ve özelliklerine göre daha sonra ifa etme hakkı olmadıkça, kendi borcunu ifa etmiş ya da ifasını önermiş olması gerekir. Genel hüküm niteliğindeki bu kanun maddesi pek tabi kira sözleşmelerinde de uygulanabilir. Karşılıklı borç yükleyen sözleşme türlerinden biri olan kira sözleşmesinde kiraya veren kendi yükümlülüğünü ifa edemediğinden kiracı buna dayanarak ifadan kaçınabilir. Yine Borçlar Kanunu’nun aşırı ifa güçlüğü kenar başlıklı 138. Maddesi tüm sözleşmelere uygulanabilecek genel nitelikte bir hükümdür.  MADDE 138- Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır. Bu madde hükmü yabancı para borçlarında da uygulanır.  Korona virüsün yarattığı durum mücbir sebep olarak değerlendirilebilir. Kiracı açısından mücbir sebebe dayanarak ifadan kaçınma söz konusu olabilir mi? Kiracının borcu aslında bir para borcudur. Para borçlarının imkânsızlığa uğraması mümkün değildir. Mücbir sebepler genel olarak beklenmeyen hallerdir. Bu sebeple 138. Maddedeki beklenmeyen hallere dayanarak uyarlama talep edilebilir. 138. Madde iki imkân tanıyor: Fesih veya uyarlama. Karantina sürecinin ortadan kalkması sonrasında kiracı kiralananı tekrar kullanmak isteyeceğinden fesih uzun vadede iyi bir seçenek olmayabilir. Örneğin, ülke genelinde başta alışveriş merkezleri olmak üzere yüzlerce şubesi bulunan restoran, cafe ve fast-food zincirleri birçok avm’de bu tür restoranlar kapalı durumda. Avm dışındaki şubelerinde ise yalnızca paket servis yapılmakta. Bu durumda kira sözleşmelerinin feshi yerine uyarlama talep edilmesi daha mantıklıdır. Avm’lerdeki gibi tamamen kapalı durumda olan işyerlerinde sözleşmenin tüm hükümleriyle birlikte askıya alınabilir. Sadece paket servis olarak çalışan bazı restoranlara ilişkin örnekte olduğu gibi açık olduğu halde normal döneme göre çok daha az oranda ciro elde edilen işyerlerinde kira bedelinde indirim şeklinde bir uyarlama yapılabilir. Uyarlama sadece bedel indirimi şeklinde olmak zorunda değildir. Sözleşmenin askıya alınması, vade verilmesi, taksitlendirme gibi şekillerde de uyarlama yapılabilir.  Kira bedelinin yıllık olarak peşin ödendiği durumlarda sözleşmenin feshi yoluna gidilerek kiralananın kullanılamadığı aylara ilişkin olarak sebepsiz zenginleşme hükümleri uyarınca iade gerçekleştirilebilir.  Konutlara ilişkin olarak ilk ayın kira bedeli ihtirazı kayıtla ödenerek sonrasında ödemenin gerçekleştirilemeyeceği ve uyarlama davası açılacağı bildirilebilir. Yine tamamen kapatılan özel yurtlarda sözleşmenin ertelenmesi talep edilebilir. Evlerini bırakıp ailelerinin yanına dönen öğrenciler kira sözleşmesinin askıya alınmasını veya evde kalmaya devam ediyorlarsa kira bedelinde indirim talep edebilirler. Bir diğer sorun teşkil edecek kısım özel okullardır. Özel okullarda uzaktan eğitim süreci devam ettiğinden taksitlere ilişkin olarak yine burada da bedel indirim talebi söz konusu olabilir.  Beyzanur Kılıç
İş Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 21 Nisan 2020

Covid-19 Sebebiyle İş Hukukuna Dair Değişkenler ve Etkileri

Koronavirüs sebebiyle Dünya Sağlık Örgütü tarafından Pandemi olarak ilan edilen Covid-19 salgını, insanlığı sağlık açısından derinden etkilemektedir. Bunun yanında küresel bir krize yol açarak ekonominin sarsılması ile sektörleri birçok yönden etkiler hale gelmiştir. Kanun koyucu tarafından bu tip durumlar için Anayasa ve İş Hukukunda mücbir sebepler düzenlenmiştir. Toplumsal anlamda ekonominin girdilerinin birincil etkeni olan üretimin koronavirüs sebebiyle durması ile, İş Hukuku yönünden işçi ve işverenin mevcut durum karşısında hakları ve yetkileri aşağıda değerlendirilmiştir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, mevcut durumda ülke genelinde Sokağa Çıkma Yasağı ilan edilmemesi ve karantinanın bireylerin ve işverenlerin inisiyatifine bırakılması dolayısıyla pandeminin aşağıda incelenmiş olan zorlayıcı nedenin varlığına dahil edilerek iş akitlerinin feshinin hukuka uygunluğu şu anki aşamada tartışmalıdır.   KORONAVİRÜSÜN İŞ HUKUKU AÇISINDAN ZORLAYICI NEDEN SAYILMASI Koronavirüsün İş Hukuku açısından yansıması bir zorlayıcı neden olarak karşımıza çıkmakla birlikte, İş Kanunu’nun 24. ve 25. Maddelerinde İş Sözleşmesinin zorlayıcı neden ile feshedilmesi, işçi ve işveren için haklı nedenle fesih olarak kabul etmektedir.  İşçinin haklı nedenle derhal fesih hakkı Madde 24/III. Zorlayıcı sebepler: İşçinin çalıştığı işyerinde bir haftadan fazla süre ile işin durmasını gerektirecek zorlayıcı sebepler ortaya çıkarsa. İşverenin haklı nedenle derhal fesih hakkı Madde 25/III- Zorlayıcı sebepler: İşçiyi işyerinde bir haftadan fazla süre ile çalışmaktan alıkoyan zorlayıcı bir sebebin ortaya çıkması.   KORONAVİRÜSÜN KIDEM VE İHBAR TAZMİNATI AÇISINDAN İŞVEREN/ İŞÇİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ İş Hukukunda zorlayıcı nedenin tanımı yapılmamış ise dahi zorlayıcı neden, öğretide; olağanüstü, öngörülememiş, önlemin yeterli olmadığı, işverenin inisiyatifinden uzak ihtimaller olarak değerlendirilmektedir. Nitekim bu sebebe dayanarak en az 1 (bir) yıllık kıdeme sahip işçi, İş Hukukunda düzenlenen zorlayıcı sebebe dayanarak, iş sözleşmesinin bitiminden önce veya bildirim süresine uymaksızın işin durmasından 1 hafta sonrasında, iş akdinin sonlandırılmasını isteyerek kıdem tazminatı talep edebilir. Dolayısıyla, ülkemizde Olağanüstü Hal olarak Sokağa Çıkma Yasağının ilan edilmesi halinde, işçi bu sebebe dayanarak, iş akdini sonlandırabilir. İş sözleşmesini fesih etmeyen ve işin durma süresinde iş sözleşmesinin askıda kalması nedeniyle işçi isterse zorlayıcı nedenin geçmesini bekler. Bu süreçte, işçinin SGK primini ödeme hususunda inisiyatif işverene aittir. Keza aynı şekilde, işveren de kanunda sayılı maddeye nazaran, işçinin iş akdini fesih etme hakkını saklı tutmaktadır. İşveren dilerse, iş akdini sonlandırır dilerse, zorlayıcı sebebin geçmesini bekler. Her iki durumda da İş Kanunun 40. Maddesinde belirtildiği üzere, işveren en fazla 1 (bir) hafta ile sınırlı olmak üzere, işçiye her gün yarım ücretini ödemek zorundadır. İş akdi feshedilmeyerek zorlayıcı sebebin geçmesini bekleyen işçinin, zorlayıcı sebebin geçmesi halinde iş yerinde çalışmaya devam ettirilmesi zorunludur.   4857 Sayılı İş Kanunu Yarım ücret  Madde 40 24 ve 25 inci maddelerin (III) numaralı bentlerinde gösterilen zorlayıcı sebepler dolayısıyla çalışamayan veya çalıştırılmayan işçiye bu bekleme süresi içinde bir haftaya kadar her gün için yarım ücret ödenir. Diğer bir tazminat çeşidi olan ihbar tazminatı açısından ise, ilgili husus zorlayıcı neden olup kanunda haklı nedenle derhal fesih etme olarak adlandırıldığından, tarafların ihbar yükümlülüğü de böylece ortadan kalkmaktadır. Ülkemizde, Sokağa Çıkma Yasağı ilan edilmesi halinde yukarıda ifade edildiği üzere, işçi veyahut işveren ihbar bildiriminde bulunmadan, kıdem tazminatının ödenmesi koşuluyla/talebiyle iş akdi sonlandırılabilir.   KORONAVİRÜSÜN SEBEBİYLE ÜCRETLİ ve ÜCRETSİZ İZİN  Ücretli İzin Bakımından; Bilindiği üzere, işçinin yıllık izin kullanabilmesinin ön koşulu, iş yerinde en az 1 yıl süre ile çalışıyor olmasıdır. Yine, işveren tarafından işçiye yıllık izin dışında verilen hastalık vb. izinler yıllık izinden mahsup edilemez. İş Kanunun 53. Maddesinde işçinin hizmet süresi cihetinki yıllık izin süreleri tatbik edilmiştir. Esasen, kanunda zorlayıcı neden halinde izin kullandırılabileceği hakkında hüküm düzenlenmediğinden, koronavirüs sebebiyle işveren inisiyatifiyle işçilerin ücretli veyahut ücretsiz izne ayrılması halinde işçilerin yıllık izinlerinden mahsup edilmemesi gerekirken Yargıtay içtihatlarında bu durum farklılık arz etmektedir. Ayrıca, İş Kanunun 55. Maddesi uyarınca, zorlayıcı sebepten ötürü çalışamayan işçinin 15 günü, yıllık izin bakımından çalışmış gibi sayılan hallerden sayılmaktadır.  Nitekim Yargıtay kararları ışığında uygulamada ve Yıllık Ücretli İzin Yönetmeliği’nin 8’inci maddesinde; işçinin talebi ve iş durumu dikkate alınarak izin döneminin belirleneceği ifade edilmiştir. Ayrıca işverenin işi ve işyerini yönetme hakkı kapsamında işverenin işçilere yıllık izin kullandırmasının günümüz şartlarında mümkün olduğunu ifade edilmektedir. Salgın döneminde ortaya çıkacak zararların azaltılması amacıyla işçinin menfaati sebebiyle salgın süresince işverenin işçilere ücretli yıllık izin kullandırması böylece mümkün hale gelmiştir.  İşçilere verilecek yıllık ücretli izin süresi, hizmet süresi; a) Bir yıldan beş yıla kadar (beş yıl dahil) olanlara ondört günden, b) Beş yıldan fazla onbeş yıldan az olanlara yirmi günden, c) Onbeş yıl (dahil) ve daha fazla olanlara yirmialtı günden, az olamaz.   Yıllık izin bakımından çalışılmış gibi sayılan haller  Madde 55 Çalışmakta olduğu işyerinde zorlayıcı sebepler yüzünden işin aralıksız bir haftadan çok tatil edilmesi sonucu olarak işçinin çalışmadan geçirdiği zamanın onbeş günü (işçinin yeniden işe başlaması şartıyla). Ücretsiz İzin bakımından; İş Kanunun işçi lehine yorum ilkesinden hareketle ücretsiz izin yalnızca belirli hallerde mümkün görülmüş olup genel sistematiği ücretli izin üzerine belirlenmiştir. Nitekim, bu dönemde talep üzerine işyeri koşullarının uygun olması halinde talep eden işçiye yıllık ücretli izin verilebilir. Tarafların anlaşma halinde, ücretsiz izin uygulamasına gidebilirler. Ancak işveren tek taraflı vermiş olduğu kararıyla işçiyi ücretsiz izne çıkaramaz. Nitekim, böyle bir durumun varlığı halinde, işveren tarafından iş akdinin feshedilmesi durumu cereyan ettiğinden, zorlayıcı sebepten bağımsız olarak işçiye kıdem ve ihbar tazminatı ödeme zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.    İŞÇİNİN ÇALIŞMAKTAN KAÇINMA HAKKI Covid-19 Salgını, hava yoluyla ve temas halinde bulaşabilen bir hastalık olup ülkemizce üretimin durmaması adına kısmi karantina uygulaması teşvik edilerek, esasen işverenlerin uygulaması gereken yöntemler dolayısıyla da muğlak bir geçiş süreci yönetilmektedir. Bu nedenle, 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunun 13. Maddesinde; ciddi ve yakın bir tehlikeye maruz kalma riski sebebiyle çalışanlar işverenlerine başvurarak önlem alınmasını isteyebilir, işverenleri tarafından önlem alınana kadar da çalışmaktan kaçınabilirler. Önlem alınmadığında ise sözleşmelerini feshedebilirler. Nitekim, son derece bulaşması kolay bir hastalığa karşı metro, metrobüs vb. taşıma araçları kullanan çalışanlara hastalığın bulaşma riski veyahut bulaştırma riski fazla olduğundan ve ayrıca işyerinde covid-19’a karşı önlem almanın şu anki mevcut durumda mümkün olmaması sebebiyle, işverenlere çalışanlarına evden çalışma ortamı tesis etmelerinin avantajlı olduğu düşünülmektedir. ‘’Ciddi ve yakın tehlike ile karşı karşıya kalan çalışanlar kurula, kurulun bulunmadığı işyerlerinde ise işverene başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasına karar verilmesini talep edebilir. Kurul acilen toplanarak, işveren ise derhâl kararını verir ve durumu tutanakla tespit eder. Karar, çalışana ve çalışan temsilcisine yazılı olarak bildirilir. Kurul veya işverenin çalışanın talebi yönünde karar vermesi hâlinde çalışan, gerekli tedbirler alınıncaya kadar çalışmaktan kaçınabilir. Çalışanların çalışmaktan kaçındığı dönemdeki ücreti ile kanunlardan ve iş sözleşmesinden doğan diğer hakları saklıdır.   KORONOVİRÜS SEBEBİYLE KISA ÇALIŞMA ve KISA ÇALIŞMA ÖDENEĞİ 4447 Sayılı İşsizlik Sigortası Kanununun Ek 2 Maddesinde yer alan Kısa Çalışma ile kısa çalışma ödeneğinden, bir iş akdi ile işletmede hala çalışmakta olan sigortalı çalışanlar yararlanabilmektedir. Nitekim, işveren kısa çalışma ödeneğinden yararlanmak amacıyla; zorlayıcı sebebin varlığını açıklayarak, işyerinin ünvanını, adresini, işyeri İŞKUR numarasını ve sosyal güvenlik işyeri sicil numarasını kısa çalışmadan yararlanacak işçilerin bilgilerini de belirtmek suretiyle bağlı bulunduğu İŞKUR’a başvuruda bulunmalıdır.  4447 S. Kanun Ek Madde 2 ‘’Genel ekonomik, sektörel veya bölgesel kriz ile zorlayıcı sebeplerle işyerindeki haftalık çalışma sürelerinin geçici olarak önemli ölçüde azaltılması veya işyerinde faaliyetin tamamen veya kısmen geçici olarak durdurulması hallerinde, işyerinde üç ayı aşmamak üzere kısa çalışma yapılabilir.’’ Kısa Çalışmaya Geçiş: • Haftalık çalışma saatlerini en az 1/3 oranında azaltmak • Kısmi veya tam olarak faaliyetlerin en az 4 hafta boyunca durdurulması Türkiye İş Kurumu, COVID-19’a karşı alınan tedbirlerin bir parçası olarak işyerini ziyaret etmek suretiyle yapılan incelemeyi değiştirerek, normalde işyerinin ziyaret edilmesiyle yapılan bu değerlendirmeyi kâğıt üzerinde yapılacağını ifade etmiştir. Dolaysıyla, İşverenin talebinin uygun görülmesi halinde, işçiye(doğrudan) İşsizlik Sigorta Fonundan kısa çalışma ödeneği ödenir. Kısa çalışma ödeneğinden faydalanma koşullarında yapılan son değişikliğe göre başvurular 60 gün içinde sonuçlandırılacak olup, işçinin ödenekten yararlanabilmesi için aşağıdaki kriterleri taşıması zorunludur.
  1. Kendi istek ve kusuru dışında işsiz kalmak,
  2. Hizmet akdinin sona ermesinden önceki son 60 gün hizmet akdine tabi olmak,
  3. Hizmet akdinin feshinden önceki son üç yıl içinde en az 450 gün süre ile işsizlik sigortası primi ödemiş olmak,
  4. Hizmet akdinin feshinden sonraki 30 gün içinde en yakın İŞKUR birimine şahsen ya da elektronik ortamda başvurmak.
Ödeneğin ödenme şekli; Doğrudan işçiye ödenecek ödeneğin miktarı, son on iki aylık prime esas kazancın dikkate alınması ile hesaplanan günlük ortalama brüt kazancın %60’ının elde edilmesi ile bulunur. Ödenek, asgari ücretin %150sini geçemeyecek olup bu ödeneğin tamamına hak kazanılması yalnızca işin tamamen durması halinde mümkün olabilir. Nitekim, işyerinde çalışmanın tamamen durdurulmaması halinde ödenek, kısaltılan çalışma saatinin tam çalışma saatine oranına göre hesaplanmaktadır. İşbu ödenek, zorlayıcı nedenin ortaya çıkmasından itibaren ilk hastasının sona ermesi ile ödenir bu bir hafta içerisinde işverenin ücretin yarısını ödeme yükümlülüğü devam eder. Kısa çalışma zamanlarına denk gelen sağlık sigortası primleri bu süre itibari ile devlet tarafından ödenir.   UZAKTAN ÇALIŞMA ve İŞVERENİN UZAKTAN ÇALIŞMA HAKKI Uzaktan Çalışma İş Kanunun 14. Maddesinde düzenlenmiş olup, iş görme ediminin evde veyahut teknolojik araçlar ile işyeri dışında yerine getirilme halidir. Nitekim, koronavirüs sebebiyle iş ediminin uzaktan çalışmaya uygun olması neticesinde genel itibari ile ülkemizde şirketler bu yola başvurmuştur. İngilizcede Home Office kavramı olarak nitelendirilen ilgili husus kanunumuzda uzaktan çalışma olarak kabul görmüştür. Covid – 19 Salgını sebebiyle işverenlerin güvenilir olması sebebiyle en yaygın olarak tercih ettiği yöntemdir. İşverenin ücret ödeme yükümlülüğü devam etmektedir. "İşçinin, işveren tarafından oluşturulan iş organizasyonu kapsamında iş görme edimini evinde ya da teknolojik iletişim araçları ile işyeri dışında yerine getirmesi esasına dayalı ve yazılı olarak kurulan iş ilişkisi" Telafi izin ise, İş Kanunun 64. Maddesinde düzenlenmiştir. Bu madde Covid – 19 Salgının bitiminden sonra gündeme gelebilecek bir maddedir. İşverenlerin işin durması sebebiyle zorlayıcı nedenlerin geçmesi akabinde 4 ay (dört) telafi çalışması isteme hakkı bulunmaktadır. Telafi çalışması  Madde 64- Zorunlu nedenlerle işin durması, ulusal bayram ve genel tatillerden önce veya sonra işyerinin tatil edilmesi veya benzer nedenlerle işyerinde normal çalışma sürelerinin önemli ölçüde altında çalışılması veya tamamen tatil edilmesi ya da işçinin talebi ile kendisine izin verilmesi hallerinde, işveren dört ay içinde çalışılmayan süreler için telafi çalışması yaptırabilir. (Ek cümle:25/3/2020-7226/43 Md.) Cumhurbaşkanı bu süreyi iki katına kadar artırmaya yetkilidir. Bu çalışmalar fazla çalışma veya fazla sürelerle çalışma sayılmaz.   COVİD – 19 SEBEBİYLE İŞ KAZASI İşçinin Koronavirüse Yakalanması İş Kazası Kapsamında Değerlendirilebilir mi? Dünyada büyük bir risk taşıyan Koronavirüsün iş kazası bakımından değerlendirilmesi illiyet bağı ile ilişkilendirilmektedir. İşyerinde önlem almamış veyahut yukarıda sayılan ücretli izin, evde çalışma vb. gibi hususları uygulamayan işverene bağlı çalışan işçinin koronavirüse yakalanması öğretide illiyet bağı olarak kabul edilecek ve bu kişinin hastalığa yakalanması iş kazası olarak nitelendirilecektir. Örneğin yurtdışında çalışma edimi olan işçinin ülkeye dönüşünde 14 gün karantina sürecine aykırı hareket ettirilerek çalışmaya zorlaması bir iş kazasıdır. Diğer yandan, toplu taşıma aracı kullanan işçi işvereni tarafından gerekli önlemlerin alınmaması hali de ayrıca illiyet kapsamında değerlendirilerek iş kazası sayılabilecektir. Ancak, ülkemizde şu an itibari ile, sokağa çıkma yasağı ilan edilmediğinden çalışma zorunluluğu olan kişiler için otobüs vb. toplu taşıma araçlarında ‘’bir koltuğun boş bırakılması’’ gerektiğine dair bir düzenleme getirilmiştir. İşverenin tarafından toplu taşıma kullanan işçiye virüsten kendini izole edebileceği kıyafet, maske, eldiven vb. ihtiyaçların sağlanması iş kazası kapsamında önemli ve değerlendirilecek somut hususların başında gelmektedir.  Ayrıca, son yapılan düzenlemeler ile birlikte, pandeminin İş Kazası cihetinde alınacak iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri açısından işyerlerine bildirim yapılmış olup; bildirimde belirtilmiş tedbirlerin alınmaması karşısında, işçinin koronavirüse yakalanma hali iş kazası kapsamında değerlendirilecektir.   Av. Tuğçe Aslan
Genel Hukuk, İdari Yargı
By Av. Mustafa Kemal Batur / 21 Nisan 2020

Covid-19 (korona) ve Şehitlik

COVİD – 19 SALGINI SEBEBİYLE VEFAT EDEN HEKİMLER, SAĞLIK VE KAMU ÇALIŞANLARI, ASKERLER, EMNİYET MENSUPLARI ŞEHİT SAYILABİLİR Mİ? Dünya Sağlık Örgütü tarafından Pandemi olarak ilan edilen Covid – 19’a karşı Türkiye Tabipler Birliği, işbu salgınla birincil dereceden mücadele eden hekimler ve sağlık çalışanlarına koronavirüsün bulaşmasının muhtemel olduğu varsayımından hareketle, Covid19’un meslek hastalığı olarak kabul edilmesi gerektiğini bildirilmiştir. Nitekim, koronavirüsün solunum ve temas ile bulaşmasının oldukça yaygın ve hızlı olduğu dikkate alındığında, şüphesiz ki birçok hekim ve sağlık çalışını müdahaleler sırasında koronavirüse maruz kalmıştır. Bu sebeple, Türkiye Tabipler Birliğinin çağrısı üzerine, yakın zamanda Covid – 19’un meslek hastalığı olarak yönetmeliklerde yeniden düzenleneceği tartışmasızdır.  Hülasa, ülkemizde koronavirüse karşı 20 yaş altı ve 65 yaş üstü vatandaşlara sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, sokağa çıkma yasağına tabi olmayan vatandaşlar için sosyal izolasyon vurgusu ile ‘’evde kal’’ çağrıları yapılmıştır. Ancak, hala evde çalışma imkânı bulamayarak işe devam zorunluluğu olan vatandaşlarımız için durum farklılık arz etmektedir.  Nitekim, hekimler ve sağlık çalışanları için koronavirüsün meslek hastalığı olarak kabulü değerlendirildiğinde, bu olağanüstü hâl durumunda Covid – 19’dan ötürü görev sırasında hayatını kaybeden hekimler, sağlık çalışanları, askerler, öğretmenler, PTT görevlileri açısından hukuki durumun ne olacağı soruları akla gelmektedir. Bu grupların enfekte olma riskinin işe devam zorunluluğunun mevcudiyeti sebebiyle oldukça yüksek olduğu düşünüldüğünde hayatını görev sırasında kaybeden kamu çalışanlarının şehitlik ünvanına sahip olup olamayacağı gündeme gelmektedir. Ancak Türk hukuk sisteminde kimlerin şehitlik ünvanına naip olacağı kanun ile düzenlenmemiştir. Bunun sebebi, şehitliğin dini bir kavram olması ile hukuk sistemimize yansımasının değişkenlik arz etmesi ile ilgilidir. Şehitlik Yönetmeliğine bakıldığında, şehitliğin askeri bir nitelik taşıdığı söylenebilir. Nitekim, ilgili yönetmelik şehitlik yerlerinin tespiti, tescili, tahsisi, yönetimi, inşası, bakımı, onarımı ve koruma işlemleri ile şehitliklere kimlerin defnedileceğine ilişkin usul ve esaslarının belirlenmesi amacıyla düzenlenmiştir. Genel olarak, ülke savunmasında veya terör örgütü ile mücadelede hayatını kaybeden asker, polis ve diğer kamu çalışanlarına şehitlik ünvanı verilmektedir. Ayrıca, 18/10/2016 tarihli ve 6749 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 7. Maddesi ile de darbe teşebbüsü sırasında hayatını kaybeden siviller de şehit sayılmıştır.  Bu kapsamda değerlendirildiğinde hekimler ve sağlık çalışanlarının yanı sıra, sosyal dayanışma kapsamında yardıma muhtaç ailelere ödenecek 1.000 TL’yi dağıtma amacıyla belirlenen ailelerin evlerine giden PTT kamu görevlileri ve öğretmenlerin de Covid – 19 salgınında enfekte olma riski en yüksek gruplar arasında yer aldığını söylemek doğru olacaktır. Nitekim, Covid – 19 sebebiyle görevleri sırasında enfekte olup hayatlarını kaybeden kamu çalışanları şehit sayılabilir mi? Şehit Yönetmeliğinin 3. Maddesinde şehitliğe defnedilecek kişiler düzenlenmiştir. Şöyle ki;
  1. Millî Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıklarında görev yapan askerlerden,
    1. İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunun Vazife Malullüğü başlıklı 47. Maddesinde düzenlenen, vazifelerini yaptıkları sırada veya vazifeleri dışında idarelerince görevlendirildikleri herhangi bir kamu idaresine ait başka işleri yaparken bu işlerden veya kurumlarının menfaatini korumak maksadıyla bir iş yaparken ya da idarelerince sağlanan bir taşıtla işe gelişi ve işten dönüşü sırasında veya işyerinde meydana gelen kazalarda hayatını kaybedenler,
    2. Barışta güven ve asayişi korumak, kaçakçılığı men, takip ve tahkikle, trafik ve yol güvenliğini veya tutuklu ve hükümlülerin sevk ve nakillerini sağlamakla görevli olanların görevleri sırasında hayatını kaybedenler,
    3. Yurt dışında sürekli görev veya her türlü geçici görev nedeniyle bulunan Türk uyruklu kamu personelinden; bu görevlerinden dolayı (görevleri sona ermiş olsa bile) yurt dışında maruz kaldıkları tedhiş veya uğradıkları suikast sonucu hayatını kaybedenler,
    4. Güven ve asayişi ihlal eden eylemler nedeniyle yakalanan gözaltına alınan, tutuklanan veya hükümlü bulunanların muayene ve tedavileri ile görevlendirilen sağlık personelinden, bu görevlerinden dolayı (görevleri sona ermiş olsa bile) öldürülenler,
    5. Olağanüstü Hal Kanununca yapılacak görevlendirilenler ile çalışma yükümlülüğüne tabi tutulanlar bu görevlerinden dolayı veya görevleri sona ermiş olsa bile yaptıkları hizmet nedeniyle veya bu yüzden maruz kaldıkları yaralanma veya hastalık sonucu hayatını kaybedenler,
    6. Görevleri sırasında veya görevleri sona ermiş olsa bile MİT mensubu olmaları nedeniyle maruz kalacakları saldırı hayatını kaybedenler, 
    7. Emniyet Genel Müdürlüğünde kadrolu veya sözleşmeli olarak görevli pilot, pilot adayı ve uçuş ekibi ile kurbağa adam ve kurbağa adam adaylarının geçirdiği kaza sonucu hayatını kaybedenler,
    8. Terörle Mücadele Kanunu’nda sayılan hallerde hayatını kaybedenler,
    9. 4536 sayılı Denizlerde ve Yurt Yüzeyinde Görülen Patlayıcı Madde ve Şüpheli Cisimlere Uygulanacak Esaslara İlişkin Kanunun uyarınca görevlendirildikleri belgelenmek şartıyla, patlayıcı madde ve şüpheli cisimlerin tespiti, nakli, incelenmesi, muhafazası veya zararsız hale getirilmesi görevleri sırasında hayatını kaybedenler,
  1. Merkezi yönetim kapsamındaki kamu idareleri ile sosyal güvenlik kurumlarında görev yapan askerler dışındaki kamu personelleri 
    1. Terörle Mücadele Kanunu Kapsamında görevlendirildikleri hallerde hayatlarını kaybedenler,
    2. Olağanüstü Hal Kanunu Kapsamında görevlendirildikleri hallerde hayatlarını kaybedenler,
  1. Geçici ve gönüllü köy korucularından;
    1. Köy muhtarı ve ihtiyar meclisi mahsul zamanlarında çapulcular ve eşkıya türemiş ise yağmadan köy halkını korumak için hayatını kaybedenler,
    2. Güven ve asayişin korunmasında hizmetlerinden yararlanılması zorunlu olan ve yetkililerce kendilerine bu amaca yönelik görev verilen kamu görevlileri ve sivilleri İç güvenlik ve asayişin korunmasında veya kaçakçılığın men, takip ve tahkiki ile ilgili olarak güvenlik kuvvetlerine kendiliklerinden yardımcı olunması sırasında hayatlarını kaybedenler,
    3. Terörle Mücadele Kanunu Kapsamında görevlendirildikleri hallerde hayatlarını kaybedenler,
    4. Olağanüstü Hal Kanunu Kapsamında görevlendirildikleri hallerde hayatlarını kaybedenler, şehitliğe defnedilir.
2330 Sayılı Kanun’un Nakdi Tazminat ve Aylık Bağlanması Hakkında Kanununa göre, yukarıdaki sebeplerle hayatını kaybedenlerin kanuni mirasçılarına nakdi tazminat ödemesi yapılmaktadır. İlgili tazminatın %15’lik bölümü her birine ayrı ayrı olarak, eş ve çocuklara; eşin olmaması halinde çocuklar ile sağ olan anne ve babaya paylaştırılır. Ayrıca aynı kanunun, 4. Maddesinin c bendi gereği, ölenlerin kendilerine bağlanması gereken görev malullüğü aylığı, dul ve yetimlerine intikal ettirilerek ölenlerin veya çalışamayacak derecede engelli hâle gelenlerin çocukları da devlete ait yatılı okul ve eğitim kurumlarında ücretsiz olarak okutulmaktadır.  Yönetmelikte sayılan maddeler uyarınca maruz kalınan hastalıktan vefat halinde şehit sayılmanın, yalnızca Olağanüstü Hal Kanunu’na ve Terörle Mücadele Kanunu’na göre görevlendirilme yapıldığı hallerde düzenleme altına alındığı görülmektedir. Nitekim, olağanüstü hâl tabii afet, tehlikeli salgın hastalıklar gibi hallerde ilan edilebilse dahi henüz Covid – 19 sebebiyle olağanüstü hâl ilan edilmediğinden yönetmelik gereği Covid – 19 sebebiyle hayatını kaybeden kamu çalışanlarının şu aşamada şehit sayılamayacağı görülmektedir. Ancak ifade edildiği üzere, şehitliğin dini bir kavram olması sebebiyle somut olaya göre defaatle değişkenlik arz ederek uygulamada birçok farklılığa sebebiyet vermiştir. Örneğin, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Hakkâri Dağlıca ’ya operasyon düzenlendiği sırada zatürre olduğu gerekçesi ile hastaneye kaldırılarak vefat eden asker öncelikle şehit sayılmamış akabinde görülen yargılama sonrasında asker cihetinde şehit kararı verilmiştir. Görev sırasında maruz kaldığı hastalık sebebiyle ilgili karar verilmiş ise dahi sonrasında Şehit Yönetmeliğinin 2. Maddesinin b fıkrası ile bünyesel rahatsızlık veya hastalık, intihar sebeplerinden ötürü hayatını kaybedenlerin şehit sayılmayacağı düzenlenmiştir.  Bu sebeple ülkemizde olağanüstü hâl ilan edilmediğinden, hekimlerin, sağlık çalışanlarının, askerlerin ve diğer kamu görevlilerinin görevleri sırasında Covid – 19 salgınına maruz kalması ile hayatlarını kaybetmeleri sebebiyle şehitliğe defin kararı verilebilmesi için koronavirüs sebebiyle yaşanan bu olağanüstü durumun yönetmelik hükümlerine dahil edilmesi ile yeniden düzenleme yapılması gerektiği söylenebilir. Dolaysıyla, ilgili kavram bir kez daha somut olaya göre değerlendirilerek Yönetmeliğinin 4. Maddesinde şehitliğe defin kararını veren makamlarca tekrar gözde geçirilmelidir. İlgili madde; Şehitliğe defin kararı aşağıdaki makamlarca verilir,
  1. Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığında görev yapan askerler hakkında bağlı bulundukları kuvvet komutanlığı; diğer kamu personeli hakkında ilgisine göre Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı veya bunların yetki vereceği makamlar,
  2. Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıklarında görev yapan askerler ile diğer kamu personeli hakkında bağlı bulundukları komutanlık veya bunların yetki vereceği makamlar
  3. Jandarma Genel Komutanlığında Jandarma Hizmetleri Sınıfında ve Sahil Güvenlik Komutanlığında Sahil Güvenlik Hizmetleri Sınıfında bulunan kamu personeli, askerler, kamu personeli ve Emniyet Genel Müdürlüğü personeli ve Millî Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü adına öğrenim görenler hakkında olayın meydana geldiği il valiliği,
  4. Millî İstihbarat Teşkilâtı mensupları hakkında Millî İstihbarat Teşkilâtı Müsteşarlığı,
  5. Yurtdışında sürekli görev veya her türlü geçici görev sebebiyle bulunanlar hakkında bağlı bulundukları kurumlar,
Son olarak, Şehit Yönetmeliğinin 4. Maddesinin 3. Fıkrası gereğince, şehitliğe defin kararı, hayatını kaybeden kişinin yakınlarına ilgili mevzuatına göre sağlanacak haklara ilişkin hak sahipliği sonucu doğurmamakla birlikte hak sahipliği, yetkili kurum ve kuruluşlarca ilgili mevzuatına göre tespit edilmektedir. Bu sebeple de Covid – 19 sebebiyle hayatını kaybeden kamu çalışanlarının görev şehidi sayılıp sayılmayacağı ilgili kişilerin kuruluşlarca değerlendirilecek bir husus olup şehit sayılmaya ilişkin şartların oluşmuş olmasına rağmen şehit sayılmasına karar verilmeyen durumlar için ise idare mahkemelerinde dava açılabileceği tartışmasızdır.  Av. Tuğçe Aslan
Genel Hukuk, İdari Yargı
By Av. Mustafa Kemal Batur / 21 Nisan 2020

Kamulaştırılan Malın Geri Alınması ve Geri Alma Hakkı

2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un amacı ve mahiyeti kamu yararının gerektirdiği hallerde gerçek veya tüzel kişinin mülkiyetinde bulunan taşınmazın belirli amaçlar ile idare tarafına geçmesidir. Nitekim, ilgili kanun uyarınca kamulaştırılacak taşınmazların hangi amaçlar cihetinde kullanılacağı kamu yararı kararı ile belirlenmesi zaruridir. Kanunun 22. Maddesinde, kamulaştırmanın kesinleşmesinden 5 yıl geçmedikçe, taşınmazın kamulaştırma amacına veya kamu yararına yönelik herhangi bir ihtiyaca tahsisinin gereği kalmaması halinde, bu hususun hak sahiplerine Tebligat Kanunları çerçevesinde duyurulacağını düzenlemiştir. Ancak bu süre geçmemesine rağmen duyurulmayan, uzun yıllar geçmesine karşın kamulaştırılan taşınmaz üzerine herhangi bir tesisat/işlem yapılmayan, âtıl olarak bırakılmasına seyirci olunan veya kamulaştırma amacına aykırı hareket edilen haller için mal sahiplerine bu kanun kapsamında taşınmazı geri alma hakkı tanınmıştır. Nitekim, kanunun 23. maddesinde Mal Sahibinin Geri Alma Hakkı başlığı altında düzenlenen bu husus, taşınmazın mal sahibi tarafından geri alınmasını birtakım şartlara bağlamıştır. Ayrıca 23. maddenin 4. fıkrası, kamulaştırılan taşınmazların bir bütün olarak değerlendirileceğini, ayrı ayrı değerlendirilmeye tabi olmadığını ifade ettiğinden, mal sahibi taşınmazı geri alma hakkını öne sürmeden önce, aynı işlem ile kamulaştırılan taşınmazların bir bütün olarak değerlendirilerek, ilgili şartların tüm taşınmazlar yönünden sağlandığına dikkat etmesi gerekmektedir.  İlgili şartlar; Madde 23 ‘’Kamulaştırma bedelinin kesinleşmesi tarihinden itibaren beş yıl içinde, kamulaştırmayı yapan idarece veya 22 nci maddenin dördüncü fıkrası uyarınca devir veya tahsis yapılan idarece; kamulaştırma ve devir amacına uygun hiç bir işlem veya tesisat yapılmaz veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilmeyerek taşınmaz mal olduğu gibi bırakılırsa, mal sahibi veya mirasçıları kamulaştırma bedelini aldıkları günden itibaren işleyecek kanuni faiziyle birlikte ödeyerek, taşınmaz malını geri alabilir.’’ Aynı amacın gerçekleşmesi için birden fazla taşınmaz mal birlikte kamulaştırıldığı takdirde bu taşınmaz malların durumunun bir bütün oluşturduğu kabul edilerek yukarıdaki fıkralar buna göre uygulanır.  
  • Kamulaştıra bedelinin kesinleşmesi gerekmektedir.
Kamulaştırma işlemi için tesis edilen veyahut taraflarca anlaşılan kamulaştırma bedelinin kesinleşmesi itibari ile 5 yıllık hak düşürücü süre başlamaktadır. Diğer bir önemli bir husus, kamulaştırma işleminin yapılması ve kamulaştırma bedelinin kesinleşmesinden sonra 5 yıllık bekleme süresinin dolması akabinde malın geri alınmasına dair dava 1 yıl içerisinde açılmalıdır, bu süreler içerisinde dava açılmadığı taktirde dava açma hakkı düşmektedir.  
  • Taşınmazın kamu yararı için belirlenen kamulaştırma sebebi ortadan kalkmış olması veya amacın gerçekleştirilememiş olması gerekmektedir.
İşbu madde uyarınca, kamulaştırılan taşınmazın geri alma hakkının gündeme gelebilmesi için öncelikli olarak kamulaştırılan taşınmaz nezdinde belirlenmiş olan kamu yararına tesis edilen amacın ortadan kalkması gerekmektedir. Daha açık bir anlatımla, kamulaştırılan taşınmazın kamulaştırma amacının yerine getirilmemesi lazım gelmektedir. Kamu yararı hakkında belirtilen sebep ortadan kalktığı taktirde kamulaştırılan taşınmazın maliki taşınmazını geri almak amacıyla hak iktisap edebilecektir.  
  • Taşınmaz malın olduğu gibi bırakılması gerekmektedir.
İlgili şart, Yargıtay kararlarında ve öğretide birçok yönden farklı yorumlanarak başkaca uygulamalara sebebiyet vermiştir. Nitekim, taşınmaz malın olduğu gibi bırakılması; taşınmazın üzerinde kamulaştırma amacıyla ilgili olarak hiçbir işlem veya tesisat yapılmaması hali olarak yorumlanmaktadır. Taşınmazın kamulaştırılması için belirlenen sebep haricinde başkaca bir kamu yararına yönelik ihtiyacın karşılanması halinde ise kamu yararının ortadan kalktığı söylenemeyecektir. Öte yandan, kamu yararı doğrultusunda birden fazla taşınmaz kamulaştırılmış ise, taşınmazların hiçbiri üzerinde işlem ve tesisat yapılmaması, kamulaştırma bedelinin tüm taşınmazlar için kesinleşmiş olması gerekmektedir. Ayrıca, 5 yıllık hak düşürücü süre kamulaştırılan taşınmazlardan kesinleşme tarihi en son olanın tarihinin dikkate alınması ile başlamaktadır.  
  • Ödenen kamulaştırma bedelinin faizi ile birlikte iade edilmesi gerekmektedir.
Taşınmaz maliki için düzenlenmiş bu şart kapsamında, kamulaştırma bedelinin faizi ile birlikte iade edilmesi öngörülmüştür. Kamulaştırma bedelinin iadesi ile malı geri alma hakkını talep edecek olan taşınmaz maliki için belirlenmiş faiz noktasında ise Yargıtay kamulaştırma tarihindeki bedel üzerinden ödenmesi gerektiğine yönelik kararlar da ortaya koymuştur.   Kamulaştırılan Taşınmaz Üzerinde Mücbir Sebepler ile İşlem veya Tesisat Yapılamaması Nitekim, kamu gücü vasıtasıyla elde edilen taşınmazın kamulaştırma sebebinin gerçekleştirilmemesi veya kamu yararına uygun başkaca bir amaç ile kullanılmaması halinde ve yukarıdaki şartlar sağlandığı taktirde dava açma hakkı gündeme gelmektedir. Ancak, öğretide en çok tartışma konusu olan husus taşınmaz malın olduğu gibi bırakılması ile ilgilidir. Kamulaştırılan taşınmaz nezdinde gerçekleştirilen işlem ve tesisatın doğal afet vb. mücbir sebepler ile devam ettirilememesi, durdurulması veyahut işlemlerden vazgeçilmesi noktasında taşınmazın malın geri alınması söz konusu olabilir mi? İlgili konu öğretide mülkiyet hakları çerçevesinde değerlendirilmiş ise dahi eski Yargıtay içtihatlarında kanunun lafzına yönelik uyulama geliştirildiğini görmekteyiz. Nitekim, taşınmaz malın olduğu gibi bırakılması kavramı uygulamada tam anlamıyla kamu yararı amacıyla hiçbir işlemin tesis edilmemesi gerektiği yönündedir. Velhasıl, bu amaç ile yapım veya yıkım işlemlerine başlanması ancak amacın gerçekleşmemesi hali malikin geri alma hakkını ortadan kaldırmaktadır. Kaldı ki, işlem, tesisat veya tahsisine başlayan ancak mücbir sebepler dahilinde kamulaştırılma amacı icra edilemeyen taşınmazın olduğu gibi bırakılamadığından ötürü malike geri alma hakkının tanınmaması mülkiyet hakkına aykırılık teşkil etmektedir. Bu sebeple, işbu durumun güncel somut duruma göre değerlendirilmesi gerektiğini dermeyan etmek yanlış olmayacaktır. Nitekim, özel mülkiyete konu taşınmaz cihetinde kamu yararı kararına aykırı bir durum ile belli bir süre içinde uygun tahsisin gerçekleştirilmemesi halinde idarenin tekelinde tutulmamasını gerektirecek mahiyet ortadan kalktığından somut olay şartlarının sağlanması ile bu olgu çerçevesinde geri alma hakkını mülkiyet sahip yöneltmelidir.  Uygulamada rastlanan bir diğer konu ise, taşınmazın kamulaştırma sebebinin ortadan kalkmış olduğu durumlarda idare tarafından başkaca tüzel veya gerçek kişilere satışının gerçekleştirilmesi halidir. Aynı hak düşürücü süre içerisinde, kamulaştırma sebebi ortadan kalkmış veyahut hiçbir işlem yapılmamış taşınmazın 3. Gerçek veya tüzel kişiye devredilmesinden dolayı ödenen bedelin taşınmaz mal sahibine ödenen bedel ve faizinden yüksek olması halinde, zararın tazmini amacıyla işbu farkın talep edilebilmesi de ayrıca mümkündür. Son olarak, 1164 Sayılı arsaların aşırı fiyat artışlarını önlemek üzere tanzim alış ve satışı yapmak; konut, sanayi, eğitim, sağlık ve turizm yatırımları ve kamu tesisleri için arazi ve arsa sağlama amacıyla tatbik edilen Arsa Üretimi ve Değerlendirilmesi Hakkında Kanun uyarınca ve Cumhurbaşkanınca kabul olunan, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla yapılacak kamulaştırmalarda, taşınmaz maliklerine geri alma hakkı tanınmamaktadır. İşbu Mal Sahibinin Geri Alma Hakkına ilişkin, Yargıtay 18. Hukuk Dairesinin 12.12.2009 tarihli 2009/10887 E. 11926 K. sayılı kararı ile kamu amacına aykırı bir şekilde kamulaştırma tarihinden itibaren hiçbir işlem/ tesisat yapılmadığı gerekçesi ile taşınmazın geri verilmesi talebine karşılık olarak dava süresi içerisinde açılmadığından davanın reddine karar veren ilk derece mahkemesi kararını onamıştır. İlgili karar şöyledir;  “Elazığ ili merkez Zafran mahallesi Yedigöze mevkii Cilt:2, Parsel:220, Sayfa.216 da kayıtlı susuz tarla niteliğindeki taşınmazın 04/08/1983 tarihinde davalı Fırat Üniversitesi tarafından kampus inşaatı ve eğitim amaçlı olarak kamulaştırıldığını, Kamulaştırma tarihinden bu güne kadar hiç bir işlem ve tesisat veya tahsisat yapılmadığını ve kamulaştırmanın amacına ulaşmadığını, müvekkilinin Mersin ilinde ikamet ettiğini geçtiğimiz günlerde Elazığ'a gezmek amacıyla geldiğinde piknik yapmak için taşınmazın bulunduğu yere gittiklerinde bu durumu görmüş ve Kamulaştırma Kanununun 23 üncü maddesindeki " Geri alma Hakkını " kullanmak amacıyla bu davayı açtığını belirterek Kamulaştırma Kanununda belirtilen kamulaştırma bedelinin ödendiği tarihten itibaren isleyecek yasal faizi karşılığında geri alma hakkının kullanacağını belirttiğini, bu bedelin tespiti halinde ödeyip taşınmazı geri almak istediklerini talep ettikleri davada; Mahkememizde açılan dava Kamulaştırma Kanunu’nun 23. maddesindeki mal sahibinin geri alma hakkına dayanmaktadır. Bu madde gereğince Kamulaştırılan taşınmazın mal sahibi tarafından geri alınması için kamulaştırma bedelinin kesinleşmesi tarihinden itibaren 5 yıl içerisinde, kamulaştırmayı yapan idarece kamulaştırma amacına uygun hiç bir işlem veya tesisat yapılmaz veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilmeyerek taşınmaz mal olduğu gibi bırakılırsa mal sahibi taşınmaz malını geri alabilir, aynı maddenin 2. fıkrasında ise hakkın doğmasından itibaren 1 yıl içerisinde kullanılmayan geri alma hakkının düşeceği düzenlenmiştir. Dava konusu taşınmazın kamulaştırma işleminin ve kamulaştırma bedelinin 1982-1983 yılında kesinleştiği hususu ihtilafsızdır. Diğer yandan kamulaştırma işlemi başka parselleri de kapsadığından, tüm parsellerin kesinleşme tarihleri mahkememizce araştırılmış ve en son parselin kesinleşme tarihinin 10.03.1998 olduğu anlaşılmıştır. Bu durumda 1 yıllık dava açma süresi bu tarihten itibaren başlaması gerekir. Mahkememizde açılan dava ise bu tarihten çok sonra 27.03.2007 tarihinde açılmıştır. Bu nedenle hak düşürücü süre içerisinde açılmayan davanın reddine, karar verilmesi gerekmiştir”    Av. Tuğçe Aslan
Ceza Hukuku, Tüketici Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 21 Nisan 2020

İkinci El Araç Satışı ve Galeri ile Eksperin Sorumluluğu

İkinci el motorlu araç satış pazarının ülkemizde oldukça yaygın olması ve bu satışların sonuçlarında alıcı ve satıcı arasında birçok hukuki ihtilaf çıkmaktadır. Alıcı ile satıcı arasında ki hukuki sürecin nasıl yürüyeceği ise en merak edilen konuların başında gelmektedir. Öncelikle, ikinci el motorlu araç alım ve satımında, satıcının bu işle iştigalinin ticari olup olmaması alıcının haklarının Borçlar Hukuku veya Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun yönünden irdelenmesine sebebiyet verecektir. Nitekim, Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun her türlü tüketici işleminin korunması amacıyla tüketiciye yönelik uygulamaları kapsayarak, satıcının ticari ve mesleki gaye ile gerçekleştirmiş eylemleri cihetinde alıcının tüketici olduğu kabul edilecektir. Diğer yandan, satıcının ticari ve mesleki gaye gütmediği durumlarda ise ihtilaf Borçlar Kanunu hükümleri uyarınca çözümlenecektir. İkinci El Motorlu taşıtların ticaretine dair 30331 Sayılı Yönetmelik düzenlenmiş olup, tacirler arasındaki ikinci el satışı bu yönetmelik kapsamında bırakılmıştır.  Uygulamada birçok tüketici aracın ekspertiz incelemesini talep etmekle birlikte günümüz itibari ile ticaret ile iştigal etmeyen şahıslar için bu hususun zorunluluk teşkil etmemesi sebebiyle ekspertiz incelemesi yapılmaksızın da araç satın alınabilmektedir. Ancak, ikinci el araç satışına ilişkin İkinci El Motorlu Kara Taşıtlarının Ticareti Hakkında Yönetmelik uyarınca ikinci el motorlu kara taşıtlarının ticareti ile iştigal eden, tacir, esnaf ve sanatkârlar için aracın satışının gerçekleştirilmesi için ekspertiz raporunun alınması zaruri kılınmıştır. 1 Nisan 2019 tarihinde yürürlüğe giren uygulama uyarınca, işbu tarihten itibaren yapılacak satış işlemlerinden önce TSE (Türk Standartları Enstitüsü) hizmet yeterlilik belgesine haiz firmalardan araç nezdinde eksper raporu alması gerekmektedir. Ekspertiz raporu MADDE 14 – (1) (Değişik: RG-8/9/2018-30529) Yetki belgesine sahip işletme tarafından ikinci el otomobil veya arazi taşıtı satışından hemen önce ekspertiz raporu alınır ve raporun bir nüshası satış esnasında alıcıya teslim edilir. Ekspertiz raporunun ücreti, satış işleminin alıcıdan kaynaklanan bir nedenle gerçekleşmemesi durumunda alıcı, diğer hallerde yetki belgesine sahip işletme tarafından ödenir.   Nitekim, ekspertiz incelemesi yapılmış olsa dahi, ekspertiz raporunda belirtilmemiş ayıplar çıkmaktadır. İşbu ayıplara karşı alıcı, araçta meydana gelen ayıpları makul süre içerisinde satıcıya bildirme külfeti altındadır. Ekspertiz incelemesi yapılan aracın ekspertiz raporunda belirtilmemiş bir ayıp çıkması halinde ise ekspertiz şirketinin de ayrıca sorumluluğu doğacaktır. Her ne kadar ikinci el ticareti ile uğraşanlara eksper raporu alındırılması zorunlu kılınmış olsa dahi yönetmelikte,
  • 8 yaş üstü ve 160.000 km üzerindeki araçlar için ekspertiz raporunun alındırılması zorunluluğu şart kılınmamıştır.
Yönetmelik kapsamında alınması zaruri ekspertiz raporunda taşıtın motor, şanzıman, tork konvektörü, diferansiyel ve elektrik sistemi için herhangi bir arıza veyahut sorun olduğu yazılmamış ise de galerinin sorumluluğubu tür sorunlar yönetmelikte garanti kapsamına alınarak ayıplı kabul edilmektedir. Bu sebeple, satış tarihinden itibaren 3 ay veya 5.000 km’ye kadar bu tür ayıplar garanti kapsamında olup, azami 30 gün içinde işletme tarafından giderilmek zorundadır. Garanti süresi bittikten sonra meydana gelen arızılar için, alıcı işletmeye arızayı makul süre içerisinde bildirerek, Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanunda belirtili seçimlik haklarından yararlanabilecektir. Yönetmeliğin 14. maddesinin 5. fıkrasında ekspertiz raporunu düzenleyen kişilerin taşıtın gerçek durumunun yansıtılmamasından dolayı meydana gelecek durumlarda sorumlu olduğunu belirtmesi eksper firmalarının hukuki ve cezai durumlarını meydana getirmektedir. Bu sebeple, tüketici ekspertiz raporunda arıza belirtilmemiş olmasına karşın esasen taşıtta arızanın olması durumlarında işletmeye yöneltilecek seçimlik hakları dışında ayrıca ekspertiz firmaya zararın giderilmesi talebinde bulunabilecek olup, nitelikli dolandırıcılıktan ötürü de suç duyurusunda bulunabileceği kuşkusuzdur. Nitekim gizli ayıplar haricinde, satış tarihinde ekspertiz raporunda belirtilen arıza ve hasarlar, aracın olağan kullanımı veya hatalı kullanımı sebebiyle meydana gelen kayışlar vb. haller, bakım ve muayene yapılmadığı gerekçesiyle meydana gelen hasarlardan ötürü satıcının sorumluluğu meydana gelmeyecek olup bu tür arıza ve hasarların yönetmelik kapsamı dışında bırakıldığı kararlaştırılmıştır.    Peki Galerinin Sorumluluğunda Olan Gizli Ayıp Halinde Tüketicinin Seçimlik Hakları Nelerdir? Ayıbın garanti kapsamı süresi bittikten sonra ortaya çıkmış olması halinde tüketici satıcıya yazılı veya şifahi yol ile bildirimde bulunarak, kanunda belirtilen seçimlik haklarından yararlanabilir. Dolayısıyla, tüketici dilerse, 
  1. Aracın Ücretsiz Onarımı
  2. Ayıp Oranında Bedel İndirimi İsteme
  3. Aracın Değiştirilmesini
  4. Aracın iadesi ile Sözleşmeden Dönme haklarından birini kullanabilir. Kullanılan tercihin satıcı tarafından yerine getirilmesi zorunludur. 
Tüketici, seçimlik ayıbı ve seçimlik hakkını satıcıya bildirmesine rağmen, satıcı bu yükümlülüğü yerine getirmezse genel mahkemelerde dava ikame edilebilecektir.    Av. Tuğçe Aslan
Ceza Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 21 Nisan 2020

5549 Sayılı Kanun ve 19/A maddesi ile Hesaba Bloke

  1. 5549 Sayılı Kanun’un Kabulü ve MASAK
Suç örgütlerince hukuka aykırı yollar ile iktisap edilen paranın kaynağının meşru gösterme faaliyeti karapara aklama olarak addedilmiş olup hukuk sistemimizde buna ilişkin birçok kuruma yetki tanınarak önleme faaliyetleri sürdürülmektedir. Nitekim, 11.06.2006 tarihinde suç gelirlerinin aklanmasının önlenmesi amacıyla Suç Gelirlerinin Aklanmasının Önlenmesi Hakkında Kanun kabul edilmiştir. Bu kanun uyarınca, Mali Suçları Araştırma Kurulu Başkanlığı (MASAK) kurularak, spesifik olarak suç gelirlerinin aklanmasına ve terör finansmanına yönelik şüpheli faaliyetlerin araştırılması hedeflenmiştir.   
  1. Yükümlüler ve Şüpheli İşlemin MASAK’a Bildirilme Zorunluluğu
5549 Sayılı Kanun’da aklama suçuna TCK’nın 282. maddesine atıf yapılması ile yer verilmiştir. Nitekim MASAK tarafından soruşturulacak husus esasen TCK uyarınca düzenleme altına alınmış olup işbu kanun dışılıkla mücadele için ayrıca yetkilendirilen Mali Suçları Araştırma Kuruluna, kanunda belirtilen yükümlüler tarafından şüpheli işlem veya eylemler bildirilecektir. MASAK’a bilgi verme yükümlülüğünde bulunan kurum ve kuruluşlar ise Suç Gelirlerinin Aklanmasının ve Terörün Finansmanının Önlenmesine Dair Tedbirler Hakkında Yönetmeliğin 4. maddesinde sırasıyla sayılmış olup bankalar da işbu yükümlülerin başında gelmektedir. Bilhassa yükümlüler tarafından veya yükümlüler aracılığıyla yapılmaya veya yapılmaya teşebbüs edilen; örneğin uzun süredir pasif hesaba yüklü miktar para girişi veya sık para transferi gibi işlemlerin şüpheli olduğunun tespit edilmesi halinde MASAK’a bildirim yapılması zorunlu kılındığından, bankalar bu işlemi tespit ettiği taktirde, şüphenin doğumundan en geç 10 iş günü içinde MASAK’a bildirmek zorundadır.  1Madde 282. Alt sınırı altı ay veya daha fazla hapis cezasını gerektiren bir suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini, yurt dışına çıkaran veya bunların gayrimeşru kaynağını gizlemek veya meşru bir yolla elde edildiği konusunda kanaat uyandırmak maksadıyla, çeşitli işlemlere tâbi tutan kişi, üç yıldan yedi yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. 2 Bankalar, bankalar dışında banka kartı veya kredi kartı düzenleme yetkisini haiz kuruluşlar(..) 3 Bkz: Yön. Madde 28/2.   
  1. MASAK tarafından Hesaba Konulan Bloke 
5549 Sayılı Kanun’un 19/A maddesi uyarınca, kanunda sayılan yükümlüler nezdinde, örneğin bankada veya banka aracılığı ile yapılmış/işleme devam olunan yasa dışı bahis ile elde hukuka aykırı geliri aklama veya teröre finansman suçu ile ilişkili olduğuna dair şüphenin mevcut olması akabinde MASAK’a bildirim yapıldıktan sonra işlemin analizi veya yetkili Cumhuriyet Başsavcılığına intikalini sağlamak amacıyla 7 gün itibari ile işlemler askıya alınabilmektedir. Nitekim, aynı kanunun 17. Maddesinde de el koyma düzenlenmiş olup, aklama ve terörün finansmanı suçunun işlendiğine dair kuvvetli şüphe bulunan hallerde de malvarlığı değerlerine el konulabileceği düzenlendiğinden, işbu şüphenin varlığı halinde uygulamada MASAK tarafından hesaba bloke konulduğu görülmektedir. Her ne kadar kanunda askıya alınma tarihinin 7 gün olduğu ifade edilmiş ise dahi günümüz uygulamasında bloke işlemi daha uzun bir vadeye yayıldığı tartışmasızdır. MASAK tarafından bloke işlemi uygulaması ile devam olunan soruşturma neticesinde TCK kapsamında nitelendirilen bir suç oluştuğunun tespit edilmesi ile Cumhuriyet Başsavcılığına bildirimde bulunacaktır.   
  1. Hesaba Konulan Blokenin Kaldırılması ve İtiraz
MASAK tarafından hesaba konulan blokenin kaldırılması amacıyla mağdur veya şüpheli kuruma başvurarak bilgi verilmesini ve blokenin kaldırılmasını talep etmektedir. Nitekim, suç gelirlerinin aklanması ve terörün finansmanın önlenmesi amacıyla soruşturmanın gizli yürütüldüğü sebebiyle MASAK ve bahse konu banka bilgi vermekten kaçındığından birçok vatandaşın hesaplarındaki bloke ya kaldırılmamaktadır ya da kaldırılması uzun sürmektedir.   Av. Tuğçe Aslan   Bilgi alma ve bloke kaldırma işlemlerinin detayları için bize ulaşabilirsiniz.    
1 5 6 7 8 9 24