Blog Son Yayınlar

İdari Yargı
By Av. Mustafa Kemal Batur / 05 Mayıs 2020

Kamulaştırma ve Kamulaştırmasız El Atma nedir? Acele Kamulaştırma

İdare kamu yararına uygun hizmetlerini gerçekleştirmek amacıyla çoğu zaman taşınır ve taşınmaz mallara ihtiyaç duymaktadır. Nitekim, yükselen şehirleşme ile şehir planlamalarının önemi artmış olup; şehirleşmeye uygun kamu hizmetinin gerçekleştirilmesi noktasında ihtiyaç duyulan taşınmazın özel mülkiyete haiz olması durumlarına ilişkin Kanun ile belirli mal edinme türleri düzenlenmiştir.   
  1. Kamulaştırma
Kamu yararı amacıyla özel mülkiyetin elinde bulunan bir taşınmazın idare tekeline geçmesi kamulaştırma ile mümkün olabilmektedir. Kamulaştırma, mülkiyetin idareye cebren geçmesini ifade etmektedir. Anayasanın 46. maddesi ile düzenlenerek; devlet ve kamu tüzel kişilerinin kamu yararının gerektiği hallerde gerçek karşılıklılarını peşin ödemek şartıyla kanunun öngördüğü usuller çerçevesinde mülkiyetin idareye geçebileceğini ifade etmiştir. Kamulaştırma, esasen mülkiyet hakkına yapılan müdahale olduğundan mülkiyet ilişkisi açısından yakın ilişki içerisindedir. Kamulaştırma alelade bir kurum tarafından yapılamayacağı gibi 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un öngördüğü üzere devlet veya kamu tüzel kişiler tarafından, özel mülkiyete tabi bulunan mallar hakkında kamu yararı amacıyla malın gerçek değeri ödenerek yapılmaktadır. 
  • Malın gerçek değerinin peşin olarak ödenmesine ilişkin ise Kamulaştırma Kanunun 3. maddesi ile bir istisna getirilmiş; tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskân projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanlarının yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla yapılan kamulaştırılmalarda taksitlendirme yapılabileceği ifade edilmiştir. Ancak her halükârda, taksitlendirme 5 yılı aşamamaktadır.
  • 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un 3 maddesi uyarınca düzenlenen taksit şeklinde veya peşin ödenmesi gereken kamulaştırma bedellerinin ödenmemesi haline karşı Anayasasının 46/3 fıkrası uyarınca kamu alacakları için öngörülen en yüksek faizi uygulanmaktadır. Uygulan bu yüksek faiz ise, değişen enflasyon oranları gereği mülkiyet değerini koruyucu bir yaklaşımın gereğidir. Diğer yandan Kanunun 3/2 fıkrası ile kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait taşınmazın kamulaştırılması halinde ise bedelin peşin ödeneceği kararlaştırılmıştır.
 
  1. Kamulaştırma Usulü
Kamulaştırma süreci idari ve adli aşama olmak üzere iki aşamaya ayrılmaktadır. Bir kamulaştırma işleminin gerçekleşmesi için öncelikle, idare kamulaştırma bedeli için yeterli bir ödenek temin etmelidir. Yeterli ödeneğin temin edilmesi akabinde kamu yararı kararı alan idare, kamulaştırılacak taşınmazı belirler. Kamulaştırma kararı alan ve kamulaştırılacak idareyi belirleyen idare, tapu siciline bu taşınmaz için şerh verilmesini ister. Tüm bu işlemlerin akabinde vatandaşı ilgilendiren en önemli husus olan bedel ise öncelikle satın alma usulü ile denenmektedir. Satın alma usulü; bir özel hukuk ilişkisindeki gibi malın bedeli konusunda anlaşma yapılması ile ilgilidir. Malik rıza gösterirse; mülkiyetin idareye devri için tapuya ferağ verir ve mülkiyet idareye geçer. Eğer ki malik rıza göstermezse;
  1. Kamulaştırma kararı alan idare, görevli Asliye Hukuk Mahkemelerinde Bedel Tespiti ve Tescili için dava açar, 
  2. Görevli Asliye Hukuk Mahkemesi, malike meşruhatlı davetiye tebliğ eder. İşbu davetiyede malike 30 gün içerisinde İdare Mahkemelerinde Kamulaştırma İşleminin İptali için dava açabileceği ihtar edilir. Ayrıca davetiyenin tebliği ile artık malın üçüncü kişiye devri yasaklanır.
MALİK 30 GÜN İÇİNDE DAVA AÇARSA MALİK 30 GÜN İÇİNDE DAVA AÇMAZSA
Malikin açmış olduğu iptal davasına ilişkin, idari yargı organı Yürütme Durdurma Kararı verebilir. Malik ihtara rağmen dava açmaz yalnızca bedel konusunda uyuşmazlık yaşanırsa, Asliye Hukuk Mahkemesi duruşmada tarafları bedelin tespiti konusunda anlaşmaya davet eder. Anlaşırlarsa, dosya bilirkişiye gitmez. Anlaşma sağlanamazsa, bedel bilirkişi ve keşif marifetiyle hâkim tarafından tespit edilir. Kamulaştırma bedeli hak sahibi adına idare tarafından bankaya yatırılır ve buna ilişkin makbuz mahkemeye ibraz edilirse, taşınmaz idare adına tescil olur.
YD KARARI VERİLİRSE YD KARARI VERİLMEZSE
İdarenin açmış olduğu bedel tespiti davasını gören Asliye Hukuk Mahkemesi, İdari Yargının nihai kararını bekler. Eğer nihai olarak, kamulaştırma işleminin reddine karar verirse Asliye Hukuk mahkemesi de davayı reddeder.  YD kararının verilmemesi halinde ise, Asliye Hukuk Mahkemesi duruşmada tarafları bedelin tespiti konusunda anlaşmaya davet eder. Anlaşırlarsa, dosya bilirkişiye gitmez. Anlaşma sağlanamazsa, bedel bilirkişi ve keşif marifetiyle hâkim tarafından tespit edilir. Kamulaştırma bedeli hak sahibi adına idare tarafından bankaya yatırılır ve buna ilişkin makbuz mahkemeye ibraz edilirse, taşınmaz idare adına tescil olur. 
  1. Kamulaştırma Yoluyla İrtifak Hakkı Kurulması 
Kamu tüzel kişileri bazı durumlarda özel kişilerin taşınmazları üzerinde bütün taşınmazı işgal etmeyecek boyutta yalnızca irtifak hakkı kurma ihtiyacı duyar. Kamulaştırma Kanunda özel olarak kamulaştırma yoluyla irtifak hakkının tesisi düzenlenmemiş olup, bu usule başvurmak isteyen idare, irtifak hakkının kurulmasını da kamulaştırma usulü ile yapacaktır. Nitekim, yukarıdaki şema ile anlatılan kamulaştırma usulü irtifak hakkının tesisinde de aynen geçerli olacaktır. Bedel ile kurulacak olan irtifak tesisinde taşınmazın mülkiyeti idareye geçmemekte yalnızca, tesis edilen hak kapsamında kullanma ve yararlanma hakkı idareye geçmektedir. Örneğin, bir doğalgaz boru hattının arsadan geçmesi için arsanın mülkiyetinin idareye geçmesine gerek yoktur, yalnızca kullandırma ve yararlandırma amacıyla irtifak hakkı kurulması yeterlidir.
  1. Kamulaştırmasız El Atma
Kamulaştırmasız el atma bir kamu tüzel kişisinin özel mülkiyette bulunan bir taşınmazı fiilen işgal etmesidir. Yani, kamulaştırma bedelinin ödenmesi ile idarenin mülkiyetine geçen kamulaştırma işleminden farklı olarak, idarenin taşınmaza bedelsiz olarak el koymasıdır. Uygulamada oldukça yaygın olan ilgili duruma istinaden, işbu hukuka aykırı el koymaya karşı dava açma hakkı vatandaş nezdinde elbette ki mümkündür. Örneğin, kamulaştırma işlemlerinin tamamlanmaksızın, özel mülkiyete tabi taşınmaza el konulmasına veya imar planına göre taşınmazı kamu yararına tahsis etme işlemlerinin hukuka aykırı olması halinde el atmanın önlenmesi, ecri – i misil, kamulaştırmasız el atma adı altında mahkemelerde dava konusu olabilecektir.   Kamulaştırmasız El Atma işlemi ile yapılan hukuka aykırı işgale karşı aşağıdaki kanun yollarına başvurulabilir;
  1. Müdahalenin Men’i Davası Açılabilir.
2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’da bu hususa ilişkin açık bir hüküm bulunmasa dahi, Borçlar Kanunda düzenlenen haksız fiil hükümlerine dayanak olarak müdahale-i men davası açılabilecektir. İkame edilecek bu dava ile idarenin tecavüzü engellenerek, idarenin haksız fiili durdurulacaktır. Eğer idarenin fiili tecavüzü devam etmiyor ise malik tazminat talep edebilme hakkına da ayrıca sahip olacaktır. Taşınmazı kullanan intifa hakkı sahibi de bu davayı ikame edebilir. İdarenin haksız fiilini durdurma amacıyla ikame edilen davada ayrıca işgal edilen taşınmazın eski hale getirilmesi de talep ediliyorsa, bu hale ilişkin olarak zarar ve fayda değerlendirilerek, el konulan taşınmaz (bölüm) bedeli eski hale getirme masraflarından fazla ise, taşınmazın idare adına da tesciline karar verilebilmektedir. 
  1. Bedel Davası Açılabilir.
Taşınmaz maliki idarenin haksız fiiline karşı dilerse bedel davası açabilir. Nitekim, bahse konu dava ile taşınmaz sahibi el konulan taşınmaz bölümünün bedelini idareden talep edebilecektir. Ancak, taşınmazın üzerine kamu yararı amacıyla tatbik edilmiş bina veyahut tesis yapılması hallerinde ise, fiilin durdurulması idare nezdindeki hukuki menfaati ortadan kaldıracağı ve masraflı bir işlem olacağından müdahale-i men davası yerine bedel davasının açılması gerekmektedir. Ayrıca, taşınmazın bedeli bedel davasını açıldığı tarihe göre değerlendirilecektir. Bedel Davası, 2942 Sayılı Kanun’un geçici 6. maddesi ile düzenlenmiştir. İlgili maddeye göre 9/10/1956 tarihi ile 4/11/1983 tarihi arasında fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazlara veya kaynaklara kısmen veya tamamen veyahut irtifak hakkı tesis etmek suretiyle malikin rızası olmaksızın fiili olarak el konulması sebebiyle, mülkiyet hakkından doğan talepler bu madde hükümlerine göre uygulama alanı bulacaktır. Yeni düzenleme ile bu maddeye ilişkin bedel talepleri için uzlaştırma usulü dava şartı olarak kabul edilmiştir. Nitekim, tespit edilecek bedel dava tarihi dikkate alınarak hesaplanarak taşınmaz malikine ödenecektir. Müdahale-i men ve Bedel davaları için 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu’nda 20 yıllık hak düşürücü süre kararlaştırılmış ise dahi Anayasa Mahkemesi öngörülen hak düşürücü süreyi düzenleyen maddeyi iptal etmiştir. Bu sebeple, herhangi bir zamanaşımı ve hak düşürücü süreye tabi olmaksızın bedel ve müdahale-i men davaları açılabilecektir.
  1. Ecri misil Davası Açılabilir.
Bir diğer tazminat çeşidi olan ecri misil, kamulaştırmasız el atmanın gerçekleşmesi ile haksız suretle taşınmazı kullanan idareden mahrum kalınan gelirin tanzim edilmesi talebinden ibarettir. Ecri – misil bedel davası ile birlikte talep edilebilir. Bedel davasının açılma tarihine kadar olan zaman dilimini kapsayacak şekilde; haksız suretle işgal edilen taşınmazdan ecr-i misil talebinde bulunabilecektir. Ecri-i misil davalarında tazminat tutarı olarak genel itibari ile taşınmazın kiralanması ile elde edilen gelir üzerinden değerlendirme yapılmaktadır. Ecri misil davalarında Yerleşik Yargıtay içtihatları uyarınca ancak 5 yıllık süre nazarında ecri misil talep edilebilmektedir. 
  1. Tazminat Davası Açılabilir.
İdarenin haksız fiili sonucunda taşınmaz nezdinde bir zarara sebebiyet verilmesi halinde ise, yukarıdaki sayılan dava türleri ile birlikte ilgili tazminat ayrıca talep edilebilir. Örneğin, tarla niteliğine haiz arsa payı üzerinde herhangi bir kamulaştırmasız el atma işlemi yapılarak tarlaya zarar verildiği halde idarenin sorumluluğuna tabii ki gidilebilecektir.   Kamulaştırmasız El Atma İşleminin İstinasları
  1. Acele Kamulaştırma
Bir kamulaştırma usulü olarak acele kamulaştırma bir istisnai haldir. 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un 27. Maddesi uyarınca 3634 Sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunun uygulanmasında yurt savunması için, Cumhurbaşkanlığı tarafından acele olduğuna karar verilen hallerde ve özel kanunlarda öngörülen olağanüstü hallerde acele kamulaştırma yapılabilir. Acele kamulaştırma işlemi için yalnızca kıymet takdiri gibi işlemler yapılmaktadır. Diğer işlemlerin tamamlanması kamulaştırma süreci için zorunlu değildir. Bedel tespiti için örneğin yukarda anlatılan süreç işlemeyecektir.
  1. Düzenleme Ortaklık Payı Kesintisi ile Kamulaştırma
3194 Sayılı İmar Kanun’un 18. maddesi ile imar sınırı içerisinde bulunan arazilerin maliklerin ve diğer hak sahiplerinin rızası aranmaksızın kamu yararına hizmet amacı ile idare adına tatbik edileceği düzenlenmiştir. Nitekim, rızası hilafında işgal edilen bu yerler aynı maddenin 3. fıkrasında ‘’düzenlemeye tabi tutulan’’ yerler olarak belirlenmiş olup tek tek sayılmıştır. Sayılan bu yerlere ilişkin özel mülkiyeti bulunan gerçek veya tüzel kişilerin taşınmazı bu madde uyarınca %40’ı bedelsiz olarak idare adına tescil edilebilecektir. Nitekim Kanun uyarınca, taşınmaz maliki düzenleme ortaklık payı ile tatbik edilen arsasındaki azalma için kamulaştırmasız el koymaya ilişkin hukuki yollara başvuramamaktadır. Pek tabii, %40 üzerindeki oran için ise idare DOP dışında kalan kısım için bedel ödemesi gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Aksi halde, malik bu kesintiye ilişkin kamulaştırmasız el atmaya ilişkin kanun yollarına başvurabilir.  Peki bedelsiz olarak el konularak kamulaştırılan bu arsaların akıbeti takip edildiğinde temin etme amacının gerçekleştirilmemesi yani taşınmazın kamu yararına uygun olarak kullanılmadığının tespiti halinde ne yapılabilir? Kanunun 18. maddesi ile el konulan taşınmazların hangi hukuki hizmet kapsamında kullanılacağı ifade edilmiştir. Kanun uyarınca tanzim edilen işbu taşınmazlar, yol, meydan, park, otopark ve buna benzer hukuki hizmetlerle ilgili tesisler dışında kullanılamayacaktır. Bu şekilde bedelsiz olarak özel mülkiyetten çıkan araziler üzerinde yol, meydan, park, otopark, çocuk bahçesi, yeşil saha, ibadet yeri, karakol gibi umumi hizmetlerin ve bu hizmetlerle ilgili tesislerin imar planın yapılmaması veya çok uzun yıllar imar planlamasının yürütülmemesinin bir sonucu olarak uygulamada ihtilaflar ortaya çıkmaktadır.  Nitekim, İmar Kanunun 10. maddesi uyarınca, idareler imar planlarının yürürlüğe girmesinden 3 ay içinde, bu planı tatbik etmek üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlamak zorunda olmalarına rağmen, birçok taşınmaz üzerinde imar planları programa alınmaksızın kamu yararını gerçekleştirmeden pasif şekilde bırakılmaktadır. Hal böyle ki, 2942 Sayılı Kanun’un 23. maddesi ile Kamulaştırılan Malın Geri Alınması (bu konu ile ilgili makalemize buradan ulaşabilirsiniz. https://www.batur.av.tr/blog-post/kamulastirilan-malin-geri-alinmasi-ve-geri-alma-hakki ) başlığı altındaki şartlar dahilinde kamulaştırılan ancak 5 yıl itibari ile kamulaştırma amacı yerine getirilmeyen taşınmaz sahiplerine taşınmazı geri alma hakkı tanınmış iken 3194 Sayılı İmar Kanunu ile düzenlen Düzenleme Ortaklık Payı ile taşınmazının %40’ı kesilen taşınmaz malike, umumi hizmet gerçekleştirilmemiş olsa dahi karşı böyle bir hak tanınmamıştır.  Ancak, belediyelerin ihmalkâr davranışları ile 5 yıl geçmiş olmasına karşın herhangi bir umumi hizmet yapılmamış veya imar planları herhangi bir sebep olmaksızın ertelenmiş olması karşısında ne kadar kanun, malın geri alınması veya kesintiye denk bir bedel ödenmesi hakkı tanımamış olsa dahi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine mülkiyet hakkının ihlal edildiği gerekçesi ile başvurulabilecektir.   Av. Tuğçe Aslan
Borçlar Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 05 Mayıs 2020

Kira Tespit ve Uyarlama Davası nedir? Nasıl gerçekleşir?

  Kira sözleşmesinin en önemli unsurlarından biri kira bedelidir. Borçlar Hukuku’ndaki sözleşme özgürlüğü ilkesi uyarınca kira sözleşmesinin kurulması aşamasında taraflar, kira bedelini serbestçe belirleyebilirler. Ancak sözleşmenin devamı sırasında yenileme dönemlerinde kira bedelinin belirlenmesi birtakım sınırlamalara tabi tutulmuştur. Kira bedelinin belirlenmesi ve uyarlanmasına ilişkin hükümler Borçlar Kanunu’nun 343 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir.  Öncelikle kira sözleşmelerinde kira bedelinin belirlenmesi dışında sözleşme üzerinde yapılan diğer düzenlemelerle kiracı aleyhine değişiklik yapılamaz. Borçlar Kanunu’nun 343. Maddesinde ifade edilen bu hüküm emredici niteliktedir. Kiracı aleyhine düzenleme yasağı ise 346. Maddede düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, kiracıya kira bedeli ve yan giderler dışında herhangi bir ödeme yükümlülüğü yüklenemez. Kira bedelinin zamanında ödenmemesi halinde ceza koşuluğu uygulanamaz buna ilişkin veya yine zamanında ödememe sebebiyle sonraki kira bedellerinin muaccel olacağına ilişkin anlaşmalar geçersiz sayılır. Kira tespit davasını kiracı veya kiraya veren açabilir. Önemli olan davayı açmakta hukuki yararın bulunmasıdır. Kira bedeli belirlenirken, taraflar arasında kira bedelinin tespitine ilişkin bir anlaşma olup olmaması, sözleşmenin süresi gibi hususlara göre inceleme yapılır. 
  • Taraflar arasında kira bedeline ilişkin bir anlaşma yapılmış ise; yenilenen kira döneminde uygulanacak kira bedeli ‘bir önceki kira yılında tüketici fiyat endeksindeki 12 aylık ortalamalara göre değişim oranını geçmemek koşuluyla’ geçerli olur. Daha önce bu oran, üretici fiyat endeksindeki artışa göre belirleniyordu. 2019 yılında yapılan değişiklikle tüketici fiyat endeksindeki 12 aylık ortalama sınır olarak belirlenmiştir. Taraflar arasında bu sınır üzerinde bir orandan anlaşma yapılmışsa, taraflardan her biri mahkemeye başvurarak kira bedelinin kanundaki oranlar üzerinden tespitini talep edebilir.
  • Taraflar arasında kira bedelinin tespitine ilişkin herhangi bir anlaşma yapılmamış ise; kira bedeli hakim tarafından yine  ‘bir önceki kira yılında tüketici fiyat endeksindeki 12 aylık ortalamalara göre değişim oranını geçmemek koşuluyla’ belirlenir. Kira bedeli kiralananın durumu ve  emsal değerler incelenerek hakkaniyete uygun olarak tespit edilir. 
  • 5 yıldan uzun süreli veya 5 yıldan sonra yenilenen kira sözleşmelerinde ise; taraflar arasında bir anlaşma olup olmadığına bakılmaksızın kira bedelinin tespiti için mahkemeye başvurulabilir. Bu durumda da yine kira bedeli, bir önceki yılın tüketici fiyat endeksindeki 12 aylık ortalamalara göre değişen oranı, kiralananın durumu ve emsal kira bedelleri göz önüne alınarak hakkaniyete uygun bir şekilde tespit edilir.
  • Kira bedeli yabancı para üzerinden belirlenmiş ise; 5 yıl geçmedikçe kira bedelinde değişiklik yapılamaz. 5 yıl geçtikten sonra kira bedelinin belirlenmesinde, yabancı paranın değerindeki değişiklikler göz önünde tutularak yukarıda 5 yıldan uzun süreli sözleşmelere ilişkin ifade ettiğimiz hususlar çerçevesinde tespit yapılır. Ancak Borçlar Kanunu’nun aşırı ifa güçlüğü kenar başlıklı 138. Maddesi ve 2019 yılında yapılan değişiklikle eklenen 20.02.1930 tarihli ve 1567 Sayılı Türk Parasının Korunması Hakkında Kanun hükümleri saklıdır. 
  DAVA AÇMA SÜRESİ  Kira bedelinin tespitine ilişkin dava her zaman açılabilir. Ancak, tespit davası yeni dönemin başlangıcından en geç 30 gün önce açıldığı veya bu süre içerisinde kiraya veren tarafından kira bedelinin artırılacağına ilişkin bir ihtarname gönderildiği takdirde, dava yeni kira döneminin sonuna kadar açılmış olursa mahkeme tarafından tespit edilen kira bedeli, bu yeni kira döneminin başlangıcından itibaren geçerli olur.    COVID-19 NEDENİYLE KİRA BEDELİ UYARLAMA DAVASI Yenilenen kira dönemlerinde bedel tespitine ilişkin hususları yukarıda inceledik. Peki, şu anda tüm dünyanın ve ülkemizin gündeminde olan korona virüs sebebiyle ödeme güçlüğü çekenler için kira bedelinin uyarlanması talebi söz konusu olabilecek mi? Bir diğer soru, karantina sebebiyle işyerleri kapalı olanlar, bu süreçte herhangi bir faaliyet gerçekleştiremeyenler de kira bedelinin uyarlamasını talep edebilecekler mi? Kira sözleşmesi tam iki tarafa borç yükleyen bir sözleşme türüdür. Yani kiracının ve kiraya verenin karşılıklı birtakım yükümlülükleri mevcuttur. Kiraya veren, kiralananı sözleşmede amaçlanan kullanıma elverişli şekilde teslim etmek ve sözleşme boyunca kullanıma elverişli şekilde bulundurmak zorundadır. Kiracının en temel yükümlülüğü ise kira bedelini ödemektir. Karantina sürecinde zorunlu olarak kapatılan işyerlerine ilişkin kiraya veren kiralananı kullanıma elverişli bulundurma borcunu yerine getirememektedir. Kiracı, Borçlar Kanunu’nun karşılıklı borç yükleyen sözleşmelerde ifada sıra kenar başlıklı 97. Maddesine dayanarak kira bedelini ödeme yükümlülüğünden kaçınabilir.  MADDE 97- Karşılıklı borç yükleyen bir sözleşmenin ifası isteminde bulunan tarafın, sözleşmenin koşullarına ve özelliklerine göre daha sonra ifa etme hakkı olmadıkça, kendi borcunu ifa etmiş ya da ifasını önermiş olması gerekir. Genel hüküm niteliğindeki bu kanun maddesi pek tabi kira sözleşmelerinde de uygulanabilir. Karşılıklı borç yükleyen sözleşme türlerinden biri olan kira sözleşmesinde kiraya veren kendi yükümlülüğünü ifa edemediğinden kiracı buna dayanarak ifadan kaçınabilir. Yine Borçlar Kanunu’nun aşırı ifa güçlüğü kenar başlıklı 138. Maddesi tüm sözleşmelere uygulanabilecek genel nitelikte bir hükümdür.  MADDE 138- Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır. Bu madde hükmü yabancı para borçlarında da uygulanır.  Korona virüsün yarattığı durum mücbir sebep olarak değerlendirilebilir. Kiracı açısından mücbir sebebe dayanarak ifadan kaçınma söz konusu olabilir mi? Kiracının borcu aslında bir para borcudur. Para borçlarının imkânsızlığa uğraması mümkün değildir. Mücbir sebepler genel olarak beklenmeyen hallerdir. Bu sebeple 138. Maddedeki beklenmeyen hallere dayanarak uyarlama talep edilebilir. 138. Madde iki imkân tanıyor: Fesih veya uyarlama. Karantina sürecinin ortadan kalkması sonrasında kiracı kiralananı tekrar kullanmak isteyeceğinden fesih uzun vadede iyi bir seçenek olmayabilir. Örneğin, ülke genelinde başta alışveriş merkezleri olmak üzere yüzlerce şubesi bulunan restoran, cafe ve fast-food zincirleri birçok avm’de bu tür restoranlar kapalı durumda. Avm dışındaki şubelerinde ise yalnızca paket servis yapılmakta. Bu durumda kira sözleşmelerinin feshi yerine uyarlama talep edilmesi daha mantıklıdır. Avm’lerdeki gibi tamamen kapalı durumda olan işyerlerinde sözleşmenin tüm hükümleriyle birlikte askıya alınabilir. Sadece paket servis olarak çalışan bazı restoranlara ilişkin örnekte olduğu gibi açık olduğu halde normal döneme göre çok daha az oranda ciro elde edilen işyerlerinde kira bedelinde indirim şeklinde bir uyarlama yapılabilir. Uyarlama sadece bedel indirimi şeklinde olmak zorunda değildir. Sözleşmenin askıya alınması, vade verilmesi, taksitlendirme gibi şekillerde de uyarlama yapılabilir.  Kira bedelinin yıllık olarak peşin ödendiği durumlarda sözleşmenin feshi yoluna gidilerek kiralananın kullanılamadığı aylara ilişkin olarak sebepsiz zenginleşme hükümleri uyarınca iade gerçekleştirilebilir.  Konutlara ilişkin olarak ilk ayın kira bedeli ihtirazı kayıtla ödenerek sonrasında ödemenin gerçekleştirilemeyeceği ve uyarlama davası açılacağı bildirilebilir. Yine tamamen kapatılan özel yurtlarda sözleşmenin ertelenmesi talep edilebilir. Evlerini bırakıp ailelerinin yanına dönen öğrenciler kira sözleşmesinin askıya alınmasını veya evde kalmaya devam ediyorlarsa kira bedelinde indirim talep edebilirler. Bir diğer sorun teşkil edecek kısım özel okullardır. Özel okullarda uzaktan eğitim süreci devam ettiğinden taksitlere ilişkin olarak yine burada da bedel indirim talebi söz konusu olabilir.  Beyzanur Kılıç
İş Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 21 Nisan 2020

Covid-19 Sebebiyle İş Hukukuna Dair Değişkenler ve Etkileri

Koronavirüs sebebiyle Dünya Sağlık Örgütü tarafından Pandemi olarak ilan edilen Covid-19 salgını, insanlığı sağlık açısından derinden etkilemektedir. Bunun yanında küresel bir krize yol açarak ekonominin sarsılması ile sektörleri birçok yönden etkiler hale gelmiştir. Kanun koyucu tarafından bu tip durumlar için Anayasa ve İş Hukukunda mücbir sebepler düzenlenmiştir. Toplumsal anlamda ekonominin girdilerinin birincil etkeni olan üretimin koronavirüs sebebiyle durması ile, İş Hukuku yönünden işçi ve işverenin mevcut durum karşısında hakları ve yetkileri aşağıda değerlendirilmiştir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, mevcut durumda ülke genelinde Sokağa Çıkma Yasağı ilan edilmemesi ve karantinanın bireylerin ve işverenlerin inisiyatifine bırakılması dolayısıyla pandeminin aşağıda incelenmiş olan zorlayıcı nedenin varlığına dahil edilerek iş akitlerinin feshinin hukuka uygunluğu şu anki aşamada tartışmalıdır.   KORONAVİRÜSÜN İŞ HUKUKU AÇISINDAN ZORLAYICI NEDEN SAYILMASI Koronavirüsün İş Hukuku açısından yansıması bir zorlayıcı neden olarak karşımıza çıkmakla birlikte, İş Kanunu’nun 24. ve 25. Maddelerinde İş Sözleşmesinin zorlayıcı neden ile feshedilmesi, işçi ve işveren için haklı nedenle fesih olarak kabul etmektedir.  İşçinin haklı nedenle derhal fesih hakkı Madde 24/III. Zorlayıcı sebepler: İşçinin çalıştığı işyerinde bir haftadan fazla süre ile işin durmasını gerektirecek zorlayıcı sebepler ortaya çıkarsa. İşverenin haklı nedenle derhal fesih hakkı Madde 25/III- Zorlayıcı sebepler: İşçiyi işyerinde bir haftadan fazla süre ile çalışmaktan alıkoyan zorlayıcı bir sebebin ortaya çıkması.   KORONAVİRÜSÜN KIDEM VE İHBAR TAZMİNATI AÇISINDAN İŞVEREN/ İŞÇİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ İş Hukukunda zorlayıcı nedenin tanımı yapılmamış ise dahi zorlayıcı neden, öğretide; olağanüstü, öngörülememiş, önlemin yeterli olmadığı, işverenin inisiyatifinden uzak ihtimaller olarak değerlendirilmektedir. Nitekim bu sebebe dayanarak en az 1 (bir) yıllık kıdeme sahip işçi, İş Hukukunda düzenlenen zorlayıcı sebebe dayanarak, iş sözleşmesinin bitiminden önce veya bildirim süresine uymaksızın işin durmasından 1 hafta sonrasında, iş akdinin sonlandırılmasını isteyerek kıdem tazminatı talep edebilir. Dolayısıyla, ülkemizde Olağanüstü Hal olarak Sokağa Çıkma Yasağının ilan edilmesi halinde, işçi bu sebebe dayanarak, iş akdini sonlandırabilir. İş sözleşmesini fesih etmeyen ve işin durma süresinde iş sözleşmesinin askıda kalması nedeniyle işçi isterse zorlayıcı nedenin geçmesini bekler. Bu süreçte, işçinin SGK primini ödeme hususunda inisiyatif işverene aittir. Keza aynı şekilde, işveren de kanunda sayılı maddeye nazaran, işçinin iş akdini fesih etme hakkını saklı tutmaktadır. İşveren dilerse, iş akdini sonlandırır dilerse, zorlayıcı sebebin geçmesini bekler. Her iki durumda da İş Kanunun 40. Maddesinde belirtildiği üzere, işveren en fazla 1 (bir) hafta ile sınırlı olmak üzere, işçiye her gün yarım ücretini ödemek zorundadır. İş akdi feshedilmeyerek zorlayıcı sebebin geçmesini bekleyen işçinin, zorlayıcı sebebin geçmesi halinde iş yerinde çalışmaya devam ettirilmesi zorunludur.   4857 Sayılı İş Kanunu Yarım ücret  Madde 40 24 ve 25 inci maddelerin (III) numaralı bentlerinde gösterilen zorlayıcı sebepler dolayısıyla çalışamayan veya çalıştırılmayan işçiye bu bekleme süresi içinde bir haftaya kadar her gün için yarım ücret ödenir. Diğer bir tazminat çeşidi olan ihbar tazminatı açısından ise, ilgili husus zorlayıcı neden olup kanunda haklı nedenle derhal fesih etme olarak adlandırıldığından, tarafların ihbar yükümlülüğü de böylece ortadan kalkmaktadır. Ülkemizde, Sokağa Çıkma Yasağı ilan edilmesi halinde yukarıda ifade edildiği üzere, işçi veyahut işveren ihbar bildiriminde bulunmadan, kıdem tazminatının ödenmesi koşuluyla/talebiyle iş akdi sonlandırılabilir.   KORONAVİRÜSÜN SEBEBİYLE ÜCRETLİ ve ÜCRETSİZ İZİN  Ücretli İzin Bakımından; Bilindiği üzere, işçinin yıllık izin kullanabilmesinin ön koşulu, iş yerinde en az 1 yıl süre ile çalışıyor olmasıdır. Yine, işveren tarafından işçiye yıllık izin dışında verilen hastalık vb. izinler yıllık izinden mahsup edilemez. İş Kanunun 53. Maddesinde işçinin hizmet süresi cihetinki yıllık izin süreleri tatbik edilmiştir. Esasen, kanunda zorlayıcı neden halinde izin kullandırılabileceği hakkında hüküm düzenlenmediğinden, koronavirüs sebebiyle işveren inisiyatifiyle işçilerin ücretli veyahut ücretsiz izne ayrılması halinde işçilerin yıllık izinlerinden mahsup edilmemesi gerekirken Yargıtay içtihatlarında bu durum farklılık arz etmektedir. Ayrıca, İş Kanunun 55. Maddesi uyarınca, zorlayıcı sebepten ötürü çalışamayan işçinin 15 günü, yıllık izin bakımından çalışmış gibi sayılan hallerden sayılmaktadır.  Nitekim Yargıtay kararları ışığında uygulamada ve Yıllık Ücretli İzin Yönetmeliği’nin 8’inci maddesinde; işçinin talebi ve iş durumu dikkate alınarak izin döneminin belirleneceği ifade edilmiştir. Ayrıca işverenin işi ve işyerini yönetme hakkı kapsamında işverenin işçilere yıllık izin kullandırmasının günümüz şartlarında mümkün olduğunu ifade edilmektedir. Salgın döneminde ortaya çıkacak zararların azaltılması amacıyla işçinin menfaati sebebiyle salgın süresince işverenin işçilere ücretli yıllık izin kullandırması böylece mümkün hale gelmiştir.  İşçilere verilecek yıllık ücretli izin süresi, hizmet süresi; a) Bir yıldan beş yıla kadar (beş yıl dahil) olanlara ondört günden, b) Beş yıldan fazla onbeş yıldan az olanlara yirmi günden, c) Onbeş yıl (dahil) ve daha fazla olanlara yirmialtı günden, az olamaz.   Yıllık izin bakımından çalışılmış gibi sayılan haller  Madde 55 Çalışmakta olduğu işyerinde zorlayıcı sebepler yüzünden işin aralıksız bir haftadan çok tatil edilmesi sonucu olarak işçinin çalışmadan geçirdiği zamanın onbeş günü (işçinin yeniden işe başlaması şartıyla). Ücretsiz İzin bakımından; İş Kanunun işçi lehine yorum ilkesinden hareketle ücretsiz izin yalnızca belirli hallerde mümkün görülmüş olup genel sistematiği ücretli izin üzerine belirlenmiştir. Nitekim, bu dönemde talep üzerine işyeri koşullarının uygun olması halinde talep eden işçiye yıllık ücretli izin verilebilir. Tarafların anlaşma halinde, ücretsiz izin uygulamasına gidebilirler. Ancak işveren tek taraflı vermiş olduğu kararıyla işçiyi ücretsiz izne çıkaramaz. Nitekim, böyle bir durumun varlığı halinde, işveren tarafından iş akdinin feshedilmesi durumu cereyan ettiğinden, zorlayıcı sebepten bağımsız olarak işçiye kıdem ve ihbar tazminatı ödeme zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.    İŞÇİNİN ÇALIŞMAKTAN KAÇINMA HAKKI Covid-19 Salgını, hava yoluyla ve temas halinde bulaşabilen bir hastalık olup ülkemizce üretimin durmaması adına kısmi karantina uygulaması teşvik edilerek, esasen işverenlerin uygulaması gereken yöntemler dolayısıyla da muğlak bir geçiş süreci yönetilmektedir. Bu nedenle, 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunun 13. Maddesinde; ciddi ve yakın bir tehlikeye maruz kalma riski sebebiyle çalışanlar işverenlerine başvurarak önlem alınmasını isteyebilir, işverenleri tarafından önlem alınana kadar da çalışmaktan kaçınabilirler. Önlem alınmadığında ise sözleşmelerini feshedebilirler. Nitekim, son derece bulaşması kolay bir hastalığa karşı metro, metrobüs vb. taşıma araçları kullanan çalışanlara hastalığın bulaşma riski veyahut bulaştırma riski fazla olduğundan ve ayrıca işyerinde covid-19’a karşı önlem almanın şu anki mevcut durumda mümkün olmaması sebebiyle, işverenlere çalışanlarına evden çalışma ortamı tesis etmelerinin avantajlı olduğu düşünülmektedir. ‘’Ciddi ve yakın tehlike ile karşı karşıya kalan çalışanlar kurula, kurulun bulunmadığı işyerlerinde ise işverene başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasına karar verilmesini talep edebilir. Kurul acilen toplanarak, işveren ise derhâl kararını verir ve durumu tutanakla tespit eder. Karar, çalışana ve çalışan temsilcisine yazılı olarak bildirilir. Kurul veya işverenin çalışanın talebi yönünde karar vermesi hâlinde çalışan, gerekli tedbirler alınıncaya kadar çalışmaktan kaçınabilir. Çalışanların çalışmaktan kaçındığı dönemdeki ücreti ile kanunlardan ve iş sözleşmesinden doğan diğer hakları saklıdır.   KORONOVİRÜS SEBEBİYLE KISA ÇALIŞMA ve KISA ÇALIŞMA ÖDENEĞİ 4447 Sayılı İşsizlik Sigortası Kanununun Ek 2 Maddesinde yer alan Kısa Çalışma ile kısa çalışma ödeneğinden, bir iş akdi ile işletmede hala çalışmakta olan sigortalı çalışanlar yararlanabilmektedir. Nitekim, işveren kısa çalışma ödeneğinden yararlanmak amacıyla; zorlayıcı sebebin varlığını açıklayarak, işyerinin ünvanını, adresini, işyeri İŞKUR numarasını ve sosyal güvenlik işyeri sicil numarasını kısa çalışmadan yararlanacak işçilerin bilgilerini de belirtmek suretiyle bağlı bulunduğu İŞKUR’a başvuruda bulunmalıdır.  4447 S. Kanun Ek Madde 2 ‘’Genel ekonomik, sektörel veya bölgesel kriz ile zorlayıcı sebeplerle işyerindeki haftalık çalışma sürelerinin geçici olarak önemli ölçüde azaltılması veya işyerinde faaliyetin tamamen veya kısmen geçici olarak durdurulması hallerinde, işyerinde üç ayı aşmamak üzere kısa çalışma yapılabilir.’’ Kısa Çalışmaya Geçiş: • Haftalık çalışma saatlerini en az 1/3 oranında azaltmak • Kısmi veya tam olarak faaliyetlerin en az 4 hafta boyunca durdurulması Türkiye İş Kurumu, COVID-19’a karşı alınan tedbirlerin bir parçası olarak işyerini ziyaret etmek suretiyle yapılan incelemeyi değiştirerek, normalde işyerinin ziyaret edilmesiyle yapılan bu değerlendirmeyi kâğıt üzerinde yapılacağını ifade etmiştir. Dolaysıyla, İşverenin talebinin uygun görülmesi halinde, işçiye(doğrudan) İşsizlik Sigorta Fonundan kısa çalışma ödeneği ödenir. Kısa çalışma ödeneğinden faydalanma koşullarında yapılan son değişikliğe göre başvurular 60 gün içinde sonuçlandırılacak olup, işçinin ödenekten yararlanabilmesi için aşağıdaki kriterleri taşıması zorunludur.
  1. Kendi istek ve kusuru dışında işsiz kalmak,
  2. Hizmet akdinin sona ermesinden önceki son 60 gün hizmet akdine tabi olmak,
  3. Hizmet akdinin feshinden önceki son üç yıl içinde en az 450 gün süre ile işsizlik sigortası primi ödemiş olmak,
  4. Hizmet akdinin feshinden sonraki 30 gün içinde en yakın İŞKUR birimine şahsen ya da elektronik ortamda başvurmak.
Ödeneğin ödenme şekli; Doğrudan işçiye ödenecek ödeneğin miktarı, son on iki aylık prime esas kazancın dikkate alınması ile hesaplanan günlük ortalama brüt kazancın %60’ının elde edilmesi ile bulunur. Ödenek, asgari ücretin %150sini geçemeyecek olup bu ödeneğin tamamına hak kazanılması yalnızca işin tamamen durması halinde mümkün olabilir. Nitekim, işyerinde çalışmanın tamamen durdurulmaması halinde ödenek, kısaltılan çalışma saatinin tam çalışma saatine oranına göre hesaplanmaktadır. İşbu ödenek, zorlayıcı nedenin ortaya çıkmasından itibaren ilk hastasının sona ermesi ile ödenir bu bir hafta içerisinde işverenin ücretin yarısını ödeme yükümlülüğü devam eder. Kısa çalışma zamanlarına denk gelen sağlık sigortası primleri bu süre itibari ile devlet tarafından ödenir.   UZAKTAN ÇALIŞMA ve İŞVERENİN UZAKTAN ÇALIŞMA HAKKI Uzaktan Çalışma İş Kanunun 14. Maddesinde düzenlenmiş olup, iş görme ediminin evde veyahut teknolojik araçlar ile işyeri dışında yerine getirilme halidir. Nitekim, koronavirüs sebebiyle iş ediminin uzaktan çalışmaya uygun olması neticesinde genel itibari ile ülkemizde şirketler bu yola başvurmuştur. İngilizcede Home Office kavramı olarak nitelendirilen ilgili husus kanunumuzda uzaktan çalışma olarak kabul görmüştür. Covid – 19 Salgını sebebiyle işverenlerin güvenilir olması sebebiyle en yaygın olarak tercih ettiği yöntemdir. İşverenin ücret ödeme yükümlülüğü devam etmektedir. "İşçinin, işveren tarafından oluşturulan iş organizasyonu kapsamında iş görme edimini evinde ya da teknolojik iletişim araçları ile işyeri dışında yerine getirmesi esasına dayalı ve yazılı olarak kurulan iş ilişkisi" Telafi izin ise, İş Kanunun 64. Maddesinde düzenlenmiştir. Bu madde Covid – 19 Salgının bitiminden sonra gündeme gelebilecek bir maddedir. İşverenlerin işin durması sebebiyle zorlayıcı nedenlerin geçmesi akabinde 4 ay (dört) telafi çalışması isteme hakkı bulunmaktadır. Telafi çalışması  Madde 64- Zorunlu nedenlerle işin durması, ulusal bayram ve genel tatillerden önce veya sonra işyerinin tatil edilmesi veya benzer nedenlerle işyerinde normal çalışma sürelerinin önemli ölçüde altında çalışılması veya tamamen tatil edilmesi ya da işçinin talebi ile kendisine izin verilmesi hallerinde, işveren dört ay içinde çalışılmayan süreler için telafi çalışması yaptırabilir. (Ek cümle:25/3/2020-7226/43 Md.) Cumhurbaşkanı bu süreyi iki katına kadar artırmaya yetkilidir. Bu çalışmalar fazla çalışma veya fazla sürelerle çalışma sayılmaz.   COVİD – 19 SEBEBİYLE İŞ KAZASI İşçinin Koronavirüse Yakalanması İş Kazası Kapsamında Değerlendirilebilir mi? Dünyada büyük bir risk taşıyan Koronavirüsün iş kazası bakımından değerlendirilmesi illiyet bağı ile ilişkilendirilmektedir. İşyerinde önlem almamış veyahut yukarıda sayılan ücretli izin, evde çalışma vb. gibi hususları uygulamayan işverene bağlı çalışan işçinin koronavirüse yakalanması öğretide illiyet bağı olarak kabul edilecek ve bu kişinin hastalığa yakalanması iş kazası olarak nitelendirilecektir. Örneğin yurtdışında çalışma edimi olan işçinin ülkeye dönüşünde 14 gün karantina sürecine aykırı hareket ettirilerek çalışmaya zorlaması bir iş kazasıdır. Diğer yandan, toplu taşıma aracı kullanan işçi işvereni tarafından gerekli önlemlerin alınmaması hali de ayrıca illiyet kapsamında değerlendirilerek iş kazası sayılabilecektir. Ancak, ülkemizde şu an itibari ile, sokağa çıkma yasağı ilan edilmediğinden çalışma zorunluluğu olan kişiler için otobüs vb. toplu taşıma araçlarında ‘’bir koltuğun boş bırakılması’’ gerektiğine dair bir düzenleme getirilmiştir. İşverenin tarafından toplu taşıma kullanan işçiye virüsten kendini izole edebileceği kıyafet, maske, eldiven vb. ihtiyaçların sağlanması iş kazası kapsamında önemli ve değerlendirilecek somut hususların başında gelmektedir.  Ayrıca, son yapılan düzenlemeler ile birlikte, pandeminin İş Kazası cihetinde alınacak iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri açısından işyerlerine bildirim yapılmış olup; bildirimde belirtilmiş tedbirlerin alınmaması karşısında, işçinin koronavirüse yakalanma hali iş kazası kapsamında değerlendirilecektir.   Av. Tuğçe Aslan
Genel Hukuk, İdari Yargı
By Av. Mustafa Kemal Batur / 21 Nisan 2020

Covid-19 (korona) ve Şehitlik

COVİD – 19 SALGINI SEBEBİYLE VEFAT EDEN HEKİMLER, SAĞLIK VE KAMU ÇALIŞANLARI, ASKERLER, EMNİYET MENSUPLARI ŞEHİT SAYILABİLİR Mİ? Dünya Sağlık Örgütü tarafından Pandemi olarak ilan edilen Covid – 19’a karşı Türkiye Tabipler Birliği, işbu salgınla birincil dereceden mücadele eden hekimler ve sağlık çalışanlarına koronavirüsün bulaşmasının muhtemel olduğu varsayımından hareketle, Covid19’un meslek hastalığı olarak kabul edilmesi gerektiğini bildirilmiştir. Nitekim, koronavirüsün solunum ve temas ile bulaşmasının oldukça yaygın ve hızlı olduğu dikkate alındığında, şüphesiz ki birçok hekim ve sağlık çalışını müdahaleler sırasında koronavirüse maruz kalmıştır. Bu sebeple, Türkiye Tabipler Birliğinin çağrısı üzerine, yakın zamanda Covid – 19’un meslek hastalığı olarak yönetmeliklerde yeniden düzenleneceği tartışmasızdır.  Hülasa, ülkemizde koronavirüse karşı 20 yaş altı ve 65 yaş üstü vatandaşlara sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, sokağa çıkma yasağına tabi olmayan vatandaşlar için sosyal izolasyon vurgusu ile ‘’evde kal’’ çağrıları yapılmıştır. Ancak, hala evde çalışma imkânı bulamayarak işe devam zorunluluğu olan vatandaşlarımız için durum farklılık arz etmektedir.  Nitekim, hekimler ve sağlık çalışanları için koronavirüsün meslek hastalığı olarak kabulü değerlendirildiğinde, bu olağanüstü hâl durumunda Covid – 19’dan ötürü görev sırasında hayatını kaybeden hekimler, sağlık çalışanları, askerler, öğretmenler, PTT görevlileri açısından hukuki durumun ne olacağı soruları akla gelmektedir. Bu grupların enfekte olma riskinin işe devam zorunluluğunun mevcudiyeti sebebiyle oldukça yüksek olduğu düşünüldüğünde hayatını görev sırasında kaybeden kamu çalışanlarının şehitlik ünvanına sahip olup olamayacağı gündeme gelmektedir. Ancak Türk hukuk sisteminde kimlerin şehitlik ünvanına naip olacağı kanun ile düzenlenmemiştir. Bunun sebebi, şehitliğin dini bir kavram olması ile hukuk sistemimize yansımasının değişkenlik arz etmesi ile ilgilidir. Şehitlik Yönetmeliğine bakıldığında, şehitliğin askeri bir nitelik taşıdığı söylenebilir. Nitekim, ilgili yönetmelik şehitlik yerlerinin tespiti, tescili, tahsisi, yönetimi, inşası, bakımı, onarımı ve koruma işlemleri ile şehitliklere kimlerin defnedileceğine ilişkin usul ve esaslarının belirlenmesi amacıyla düzenlenmiştir. Genel olarak, ülke savunmasında veya terör örgütü ile mücadelede hayatını kaybeden asker, polis ve diğer kamu çalışanlarına şehitlik ünvanı verilmektedir. Ayrıca, 18/10/2016 tarihli ve 6749 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 7. Maddesi ile de darbe teşebbüsü sırasında hayatını kaybeden siviller de şehit sayılmıştır.  Bu kapsamda değerlendirildiğinde hekimler ve sağlık çalışanlarının yanı sıra, sosyal dayanışma kapsamında yardıma muhtaç ailelere ödenecek 1.000 TL’yi dağıtma amacıyla belirlenen ailelerin evlerine giden PTT kamu görevlileri ve öğretmenlerin de Covid – 19 salgınında enfekte olma riski en yüksek gruplar arasında yer aldığını söylemek doğru olacaktır. Nitekim, Covid – 19 sebebiyle görevleri sırasında enfekte olup hayatlarını kaybeden kamu çalışanları şehit sayılabilir mi? Şehit Yönetmeliğinin 3. Maddesinde şehitliğe defnedilecek kişiler düzenlenmiştir. Şöyle ki;
  1. Millî Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıklarında görev yapan askerlerden,
    1. İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunun Vazife Malullüğü başlıklı 47. Maddesinde düzenlenen, vazifelerini yaptıkları sırada veya vazifeleri dışında idarelerince görevlendirildikleri herhangi bir kamu idaresine ait başka işleri yaparken bu işlerden veya kurumlarının menfaatini korumak maksadıyla bir iş yaparken ya da idarelerince sağlanan bir taşıtla işe gelişi ve işten dönüşü sırasında veya işyerinde meydana gelen kazalarda hayatını kaybedenler,
    2. Barışta güven ve asayişi korumak, kaçakçılığı men, takip ve tahkikle, trafik ve yol güvenliğini veya tutuklu ve hükümlülerin sevk ve nakillerini sağlamakla görevli olanların görevleri sırasında hayatını kaybedenler,
    3. Yurt dışında sürekli görev veya her türlü geçici görev nedeniyle bulunan Türk uyruklu kamu personelinden; bu görevlerinden dolayı (görevleri sona ermiş olsa bile) yurt dışında maruz kaldıkları tedhiş veya uğradıkları suikast sonucu hayatını kaybedenler,
    4. Güven ve asayişi ihlal eden eylemler nedeniyle yakalanan gözaltına alınan, tutuklanan veya hükümlü bulunanların muayene ve tedavileri ile görevlendirilen sağlık personelinden, bu görevlerinden dolayı (görevleri sona ermiş olsa bile) öldürülenler,
    5. Olağanüstü Hal Kanununca yapılacak görevlendirilenler ile çalışma yükümlülüğüne tabi tutulanlar bu görevlerinden dolayı veya görevleri sona ermiş olsa bile yaptıkları hizmet nedeniyle veya bu yüzden maruz kaldıkları yaralanma veya hastalık sonucu hayatını kaybedenler,
    6. Görevleri sırasında veya görevleri sona ermiş olsa bile MİT mensubu olmaları nedeniyle maruz kalacakları saldırı hayatını kaybedenler, 
    7. Emniyet Genel Müdürlüğünde kadrolu veya sözleşmeli olarak görevli pilot, pilot adayı ve uçuş ekibi ile kurbağa adam ve kurbağa adam adaylarının geçirdiği kaza sonucu hayatını kaybedenler,
    8. Terörle Mücadele Kanunu’nda sayılan hallerde hayatını kaybedenler,
    9. 4536 sayılı Denizlerde ve Yurt Yüzeyinde Görülen Patlayıcı Madde ve Şüpheli Cisimlere Uygulanacak Esaslara İlişkin Kanunun uyarınca görevlendirildikleri belgelenmek şartıyla, patlayıcı madde ve şüpheli cisimlerin tespiti, nakli, incelenmesi, muhafazası veya zararsız hale getirilmesi görevleri sırasında hayatını kaybedenler,
  1. Merkezi yönetim kapsamındaki kamu idareleri ile sosyal güvenlik kurumlarında görev yapan askerler dışındaki kamu personelleri 
    1. Terörle Mücadele Kanunu Kapsamında görevlendirildikleri hallerde hayatlarını kaybedenler,
    2. Olağanüstü Hal Kanunu Kapsamında görevlendirildikleri hallerde hayatlarını kaybedenler,
  1. Geçici ve gönüllü köy korucularından;
    1. Köy muhtarı ve ihtiyar meclisi mahsul zamanlarında çapulcular ve eşkıya türemiş ise yağmadan köy halkını korumak için hayatını kaybedenler,
    2. Güven ve asayişin korunmasında hizmetlerinden yararlanılması zorunlu olan ve yetkililerce kendilerine bu amaca yönelik görev verilen kamu görevlileri ve sivilleri İç güvenlik ve asayişin korunmasında veya kaçakçılığın men, takip ve tahkiki ile ilgili olarak güvenlik kuvvetlerine kendiliklerinden yardımcı olunması sırasında hayatlarını kaybedenler,
    3. Terörle Mücadele Kanunu Kapsamında görevlendirildikleri hallerde hayatlarını kaybedenler,
    4. Olağanüstü Hal Kanunu Kapsamında görevlendirildikleri hallerde hayatlarını kaybedenler, şehitliğe defnedilir.
2330 Sayılı Kanun’un Nakdi Tazminat ve Aylık Bağlanması Hakkında Kanununa göre, yukarıdaki sebeplerle hayatını kaybedenlerin kanuni mirasçılarına nakdi tazminat ödemesi yapılmaktadır. İlgili tazminatın %15’lik bölümü her birine ayrı ayrı olarak, eş ve çocuklara; eşin olmaması halinde çocuklar ile sağ olan anne ve babaya paylaştırılır. Ayrıca aynı kanunun, 4. Maddesinin c bendi gereği, ölenlerin kendilerine bağlanması gereken görev malullüğü aylığı, dul ve yetimlerine intikal ettirilerek ölenlerin veya çalışamayacak derecede engelli hâle gelenlerin çocukları da devlete ait yatılı okul ve eğitim kurumlarında ücretsiz olarak okutulmaktadır.  Yönetmelikte sayılan maddeler uyarınca maruz kalınan hastalıktan vefat halinde şehit sayılmanın, yalnızca Olağanüstü Hal Kanunu’na ve Terörle Mücadele Kanunu’na göre görevlendirilme yapıldığı hallerde düzenleme altına alındığı görülmektedir. Nitekim, olağanüstü hâl tabii afet, tehlikeli salgın hastalıklar gibi hallerde ilan edilebilse dahi henüz Covid – 19 sebebiyle olağanüstü hâl ilan edilmediğinden yönetmelik gereği Covid – 19 sebebiyle hayatını kaybeden kamu çalışanlarının şu aşamada şehit sayılamayacağı görülmektedir. Ancak ifade edildiği üzere, şehitliğin dini bir kavram olması sebebiyle somut olaya göre defaatle değişkenlik arz ederek uygulamada birçok farklılığa sebebiyet vermiştir. Örneğin, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Hakkâri Dağlıca ’ya operasyon düzenlendiği sırada zatürre olduğu gerekçesi ile hastaneye kaldırılarak vefat eden asker öncelikle şehit sayılmamış akabinde görülen yargılama sonrasında asker cihetinde şehit kararı verilmiştir. Görev sırasında maruz kaldığı hastalık sebebiyle ilgili karar verilmiş ise dahi sonrasında Şehit Yönetmeliğinin 2. Maddesinin b fıkrası ile bünyesel rahatsızlık veya hastalık, intihar sebeplerinden ötürü hayatını kaybedenlerin şehit sayılmayacağı düzenlenmiştir.  Bu sebeple ülkemizde olağanüstü hâl ilan edilmediğinden, hekimlerin, sağlık çalışanlarının, askerlerin ve diğer kamu görevlilerinin görevleri sırasında Covid – 19 salgınına maruz kalması ile hayatlarını kaybetmeleri sebebiyle şehitliğe defin kararı verilebilmesi için koronavirüs sebebiyle yaşanan bu olağanüstü durumun yönetmelik hükümlerine dahil edilmesi ile yeniden düzenleme yapılması gerektiği söylenebilir. Dolaysıyla, ilgili kavram bir kez daha somut olaya göre değerlendirilerek Yönetmeliğinin 4. Maddesinde şehitliğe defin kararını veren makamlarca tekrar gözde geçirilmelidir. İlgili madde; Şehitliğe defin kararı aşağıdaki makamlarca verilir,
  1. Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığında görev yapan askerler hakkında bağlı bulundukları kuvvet komutanlığı; diğer kamu personeli hakkında ilgisine göre Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı veya bunların yetki vereceği makamlar,
  2. Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıklarında görev yapan askerler ile diğer kamu personeli hakkında bağlı bulundukları komutanlık veya bunların yetki vereceği makamlar
  3. Jandarma Genel Komutanlığında Jandarma Hizmetleri Sınıfında ve Sahil Güvenlik Komutanlığında Sahil Güvenlik Hizmetleri Sınıfında bulunan kamu personeli, askerler, kamu personeli ve Emniyet Genel Müdürlüğü personeli ve Millî Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü adına öğrenim görenler hakkında olayın meydana geldiği il valiliği,
  4. Millî İstihbarat Teşkilâtı mensupları hakkında Millî İstihbarat Teşkilâtı Müsteşarlığı,
  5. Yurtdışında sürekli görev veya her türlü geçici görev sebebiyle bulunanlar hakkında bağlı bulundukları kurumlar,
Son olarak, Şehit Yönetmeliğinin 4. Maddesinin 3. Fıkrası gereğince, şehitliğe defin kararı, hayatını kaybeden kişinin yakınlarına ilgili mevzuatına göre sağlanacak haklara ilişkin hak sahipliği sonucu doğurmamakla birlikte hak sahipliği, yetkili kurum ve kuruluşlarca ilgili mevzuatına göre tespit edilmektedir. Bu sebeple de Covid – 19 sebebiyle hayatını kaybeden kamu çalışanlarının görev şehidi sayılıp sayılmayacağı ilgili kişilerin kuruluşlarca değerlendirilecek bir husus olup şehit sayılmaya ilişkin şartların oluşmuş olmasına rağmen şehit sayılmasına karar verilmeyen durumlar için ise idare mahkemelerinde dava açılabileceği tartışmasızdır.  Av. Tuğçe Aslan
Genel Hukuk, İdari Yargı
By Av. Mustafa Kemal Batur / 21 Nisan 2020

Kamulaştırılan Malın Geri Alınması ve Geri Alma Hakkı

2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un amacı ve mahiyeti kamu yararının gerektirdiği hallerde gerçek veya tüzel kişinin mülkiyetinde bulunan taşınmazın belirli amaçlar ile idare tarafına geçmesidir. Nitekim, ilgili kanun uyarınca kamulaştırılacak taşınmazların hangi amaçlar cihetinde kullanılacağı kamu yararı kararı ile belirlenmesi zaruridir. Kanunun 22. Maddesinde, kamulaştırmanın kesinleşmesinden 5 yıl geçmedikçe, taşınmazın kamulaştırma amacına veya kamu yararına yönelik herhangi bir ihtiyaca tahsisinin gereği kalmaması halinde, bu hususun hak sahiplerine Tebligat Kanunları çerçevesinde duyurulacağını düzenlemiştir. Ancak bu süre geçmemesine rağmen duyurulmayan, uzun yıllar geçmesine karşın kamulaştırılan taşınmaz üzerine herhangi bir tesisat/işlem yapılmayan, âtıl olarak bırakılmasına seyirci olunan veya kamulaştırma amacına aykırı hareket edilen haller için mal sahiplerine bu kanun kapsamında taşınmazı geri alma hakkı tanınmıştır. Nitekim, kanunun 23. maddesinde Mal Sahibinin Geri Alma Hakkı başlığı altında düzenlenen bu husus, taşınmazın mal sahibi tarafından geri alınmasını birtakım şartlara bağlamıştır. Ayrıca 23. maddenin 4. fıkrası, kamulaştırılan taşınmazların bir bütün olarak değerlendirileceğini, ayrı ayrı değerlendirilmeye tabi olmadığını ifade ettiğinden, mal sahibi taşınmazı geri alma hakkını öne sürmeden önce, aynı işlem ile kamulaştırılan taşınmazların bir bütün olarak değerlendirilerek, ilgili şartların tüm taşınmazlar yönünden sağlandığına dikkat etmesi gerekmektedir.  İlgili şartlar; Madde 23 ‘’Kamulaştırma bedelinin kesinleşmesi tarihinden itibaren beş yıl içinde, kamulaştırmayı yapan idarece veya 22 nci maddenin dördüncü fıkrası uyarınca devir veya tahsis yapılan idarece; kamulaştırma ve devir amacına uygun hiç bir işlem veya tesisat yapılmaz veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilmeyerek taşınmaz mal olduğu gibi bırakılırsa, mal sahibi veya mirasçıları kamulaştırma bedelini aldıkları günden itibaren işleyecek kanuni faiziyle birlikte ödeyerek, taşınmaz malını geri alabilir.’’ Aynı amacın gerçekleşmesi için birden fazla taşınmaz mal birlikte kamulaştırıldığı takdirde bu taşınmaz malların durumunun bir bütün oluşturduğu kabul edilerek yukarıdaki fıkralar buna göre uygulanır.  
  • Kamulaştıra bedelinin kesinleşmesi gerekmektedir.
Kamulaştırma işlemi için tesis edilen veyahut taraflarca anlaşılan kamulaştırma bedelinin kesinleşmesi itibari ile 5 yıllık hak düşürücü süre başlamaktadır. Diğer bir önemli bir husus, kamulaştırma işleminin yapılması ve kamulaştırma bedelinin kesinleşmesinden sonra 5 yıllık bekleme süresinin dolması akabinde malın geri alınmasına dair dava 1 yıl içerisinde açılmalıdır, bu süreler içerisinde dava açılmadığı taktirde dava açma hakkı düşmektedir.  
  • Taşınmazın kamu yararı için belirlenen kamulaştırma sebebi ortadan kalkmış olması veya amacın gerçekleştirilememiş olması gerekmektedir.
İşbu madde uyarınca, kamulaştırılan taşınmazın geri alma hakkının gündeme gelebilmesi için öncelikli olarak kamulaştırılan taşınmaz nezdinde belirlenmiş olan kamu yararına tesis edilen amacın ortadan kalkması gerekmektedir. Daha açık bir anlatımla, kamulaştırılan taşınmazın kamulaştırma amacının yerine getirilmemesi lazım gelmektedir. Kamu yararı hakkında belirtilen sebep ortadan kalktığı taktirde kamulaştırılan taşınmazın maliki taşınmazını geri almak amacıyla hak iktisap edebilecektir.  
  • Taşınmaz malın olduğu gibi bırakılması gerekmektedir.
İlgili şart, Yargıtay kararlarında ve öğretide birçok yönden farklı yorumlanarak başkaca uygulamalara sebebiyet vermiştir. Nitekim, taşınmaz malın olduğu gibi bırakılması; taşınmazın üzerinde kamulaştırma amacıyla ilgili olarak hiçbir işlem veya tesisat yapılmaması hali olarak yorumlanmaktadır. Taşınmazın kamulaştırılması için belirlenen sebep haricinde başkaca bir kamu yararına yönelik ihtiyacın karşılanması halinde ise kamu yararının ortadan kalktığı söylenemeyecektir. Öte yandan, kamu yararı doğrultusunda birden fazla taşınmaz kamulaştırılmış ise, taşınmazların hiçbiri üzerinde işlem ve tesisat yapılmaması, kamulaştırma bedelinin tüm taşınmazlar için kesinleşmiş olması gerekmektedir. Ayrıca, 5 yıllık hak düşürücü süre kamulaştırılan taşınmazlardan kesinleşme tarihi en son olanın tarihinin dikkate alınması ile başlamaktadır.  
  • Ödenen kamulaştırma bedelinin faizi ile birlikte iade edilmesi gerekmektedir.
Taşınmaz maliki için düzenlenmiş bu şart kapsamında, kamulaştırma bedelinin faizi ile birlikte iade edilmesi öngörülmüştür. Kamulaştırma bedelinin iadesi ile malı geri alma hakkını talep edecek olan taşınmaz maliki için belirlenmiş faiz noktasında ise Yargıtay kamulaştırma tarihindeki bedel üzerinden ödenmesi gerektiğine yönelik kararlar da ortaya koymuştur.   Kamulaştırılan Taşınmaz Üzerinde Mücbir Sebepler ile İşlem veya Tesisat Yapılamaması Nitekim, kamu gücü vasıtasıyla elde edilen taşınmazın kamulaştırma sebebinin gerçekleştirilmemesi veya kamu yararına uygun başkaca bir amaç ile kullanılmaması halinde ve yukarıdaki şartlar sağlandığı taktirde dava açma hakkı gündeme gelmektedir. Ancak, öğretide en çok tartışma konusu olan husus taşınmaz malın olduğu gibi bırakılması ile ilgilidir. Kamulaştırılan taşınmaz nezdinde gerçekleştirilen işlem ve tesisatın doğal afet vb. mücbir sebepler ile devam ettirilememesi, durdurulması veyahut işlemlerden vazgeçilmesi noktasında taşınmazın malın geri alınması söz konusu olabilir mi? İlgili konu öğretide mülkiyet hakları çerçevesinde değerlendirilmiş ise dahi eski Yargıtay içtihatlarında kanunun lafzına yönelik uyulama geliştirildiğini görmekteyiz. Nitekim, taşınmaz malın olduğu gibi bırakılması kavramı uygulamada tam anlamıyla kamu yararı amacıyla hiçbir işlemin tesis edilmemesi gerektiği yönündedir. Velhasıl, bu amaç ile yapım veya yıkım işlemlerine başlanması ancak amacın gerçekleşmemesi hali malikin geri alma hakkını ortadan kaldırmaktadır. Kaldı ki, işlem, tesisat veya tahsisine başlayan ancak mücbir sebepler dahilinde kamulaştırılma amacı icra edilemeyen taşınmazın olduğu gibi bırakılamadığından ötürü malike geri alma hakkının tanınmaması mülkiyet hakkına aykırılık teşkil etmektedir. Bu sebeple, işbu durumun güncel somut duruma göre değerlendirilmesi gerektiğini dermeyan etmek yanlış olmayacaktır. Nitekim, özel mülkiyete konu taşınmaz cihetinde kamu yararı kararına aykırı bir durum ile belli bir süre içinde uygun tahsisin gerçekleştirilmemesi halinde idarenin tekelinde tutulmamasını gerektirecek mahiyet ortadan kalktığından somut olay şartlarının sağlanması ile bu olgu çerçevesinde geri alma hakkını mülkiyet sahip yöneltmelidir.  Uygulamada rastlanan bir diğer konu ise, taşınmazın kamulaştırma sebebinin ortadan kalkmış olduğu durumlarda idare tarafından başkaca tüzel veya gerçek kişilere satışının gerçekleştirilmesi halidir. Aynı hak düşürücü süre içerisinde, kamulaştırma sebebi ortadan kalkmış veyahut hiçbir işlem yapılmamış taşınmazın 3. Gerçek veya tüzel kişiye devredilmesinden dolayı ödenen bedelin taşınmaz mal sahibine ödenen bedel ve faizinden yüksek olması halinde, zararın tazmini amacıyla işbu farkın talep edilebilmesi de ayrıca mümkündür. Son olarak, 1164 Sayılı arsaların aşırı fiyat artışlarını önlemek üzere tanzim alış ve satışı yapmak; konut, sanayi, eğitim, sağlık ve turizm yatırımları ve kamu tesisleri için arazi ve arsa sağlama amacıyla tatbik edilen Arsa Üretimi ve Değerlendirilmesi Hakkında Kanun uyarınca ve Cumhurbaşkanınca kabul olunan, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla yapılacak kamulaştırmalarda, taşınmaz maliklerine geri alma hakkı tanınmamaktadır. İşbu Mal Sahibinin Geri Alma Hakkına ilişkin, Yargıtay 18. Hukuk Dairesinin 12.12.2009 tarihli 2009/10887 E. 11926 K. sayılı kararı ile kamu amacına aykırı bir şekilde kamulaştırma tarihinden itibaren hiçbir işlem/ tesisat yapılmadığı gerekçesi ile taşınmazın geri verilmesi talebine karşılık olarak dava süresi içerisinde açılmadığından davanın reddine karar veren ilk derece mahkemesi kararını onamıştır. İlgili karar şöyledir;  “Elazığ ili merkez Zafran mahallesi Yedigöze mevkii Cilt:2, Parsel:220, Sayfa.216 da kayıtlı susuz tarla niteliğindeki taşınmazın 04/08/1983 tarihinde davalı Fırat Üniversitesi tarafından kampus inşaatı ve eğitim amaçlı olarak kamulaştırıldığını, Kamulaştırma tarihinden bu güne kadar hiç bir işlem ve tesisat veya tahsisat yapılmadığını ve kamulaştırmanın amacına ulaşmadığını, müvekkilinin Mersin ilinde ikamet ettiğini geçtiğimiz günlerde Elazığ'a gezmek amacıyla geldiğinde piknik yapmak için taşınmazın bulunduğu yere gittiklerinde bu durumu görmüş ve Kamulaştırma Kanununun 23 üncü maddesindeki " Geri alma Hakkını " kullanmak amacıyla bu davayı açtığını belirterek Kamulaştırma Kanununda belirtilen kamulaştırma bedelinin ödendiği tarihten itibaren isleyecek yasal faizi karşılığında geri alma hakkının kullanacağını belirttiğini, bu bedelin tespiti halinde ödeyip taşınmazı geri almak istediklerini talep ettikleri davada; Mahkememizde açılan dava Kamulaştırma Kanunu’nun 23. maddesindeki mal sahibinin geri alma hakkına dayanmaktadır. Bu madde gereğince Kamulaştırılan taşınmazın mal sahibi tarafından geri alınması için kamulaştırma bedelinin kesinleşmesi tarihinden itibaren 5 yıl içerisinde, kamulaştırmayı yapan idarece kamulaştırma amacına uygun hiç bir işlem veya tesisat yapılmaz veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilmeyerek taşınmaz mal olduğu gibi bırakılırsa mal sahibi taşınmaz malını geri alabilir, aynı maddenin 2. fıkrasında ise hakkın doğmasından itibaren 1 yıl içerisinde kullanılmayan geri alma hakkının düşeceği düzenlenmiştir. Dava konusu taşınmazın kamulaştırma işleminin ve kamulaştırma bedelinin 1982-1983 yılında kesinleştiği hususu ihtilafsızdır. Diğer yandan kamulaştırma işlemi başka parselleri de kapsadığından, tüm parsellerin kesinleşme tarihleri mahkememizce araştırılmış ve en son parselin kesinleşme tarihinin 10.03.1998 olduğu anlaşılmıştır. Bu durumda 1 yıllık dava açma süresi bu tarihten itibaren başlaması gerekir. Mahkememizde açılan dava ise bu tarihten çok sonra 27.03.2007 tarihinde açılmıştır. Bu nedenle hak düşürücü süre içerisinde açılmayan davanın reddine, karar verilmesi gerekmiştir”    Av. Tuğçe Aslan
Ceza Hukuku, Tüketici Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 21 Nisan 2020

İkinci El Araç Satışı ve Galeri ile Eksperin Sorumluluğu

İkinci el motorlu araç satış pazarının ülkemizde oldukça yaygın olması ve bu satışların sonuçlarında alıcı ve satıcı arasında birçok hukuki ihtilaf çıkmaktadır. Alıcı ile satıcı arasında ki hukuki sürecin nasıl yürüyeceği ise en merak edilen konuların başında gelmektedir. Öncelikle, ikinci el motorlu araç alım ve satımında, satıcının bu işle iştigalinin ticari olup olmaması alıcının haklarının Borçlar Hukuku veya Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun yönünden irdelenmesine sebebiyet verecektir. Nitekim, Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun her türlü tüketici işleminin korunması amacıyla tüketiciye yönelik uygulamaları kapsayarak, satıcının ticari ve mesleki gaye ile gerçekleştirmiş eylemleri cihetinde alıcının tüketici olduğu kabul edilecektir. Diğer yandan, satıcının ticari ve mesleki gaye gütmediği durumlarda ise ihtilaf Borçlar Kanunu hükümleri uyarınca çözümlenecektir. İkinci El Motorlu taşıtların ticaretine dair 30331 Sayılı Yönetmelik düzenlenmiş olup, tacirler arasındaki ikinci el satışı bu yönetmelik kapsamında bırakılmıştır.  Uygulamada birçok tüketici aracın ekspertiz incelemesini talep etmekle birlikte günümüz itibari ile ticaret ile iştigal etmeyen şahıslar için bu hususun zorunluluk teşkil etmemesi sebebiyle ekspertiz incelemesi yapılmaksızın da araç satın alınabilmektedir. Ancak, ikinci el araç satışına ilişkin İkinci El Motorlu Kara Taşıtlarının Ticareti Hakkında Yönetmelik uyarınca ikinci el motorlu kara taşıtlarının ticareti ile iştigal eden, tacir, esnaf ve sanatkârlar için aracın satışının gerçekleştirilmesi için ekspertiz raporunun alınması zaruri kılınmıştır. 1 Nisan 2019 tarihinde yürürlüğe giren uygulama uyarınca, işbu tarihten itibaren yapılacak satış işlemlerinden önce TSE (Türk Standartları Enstitüsü) hizmet yeterlilik belgesine haiz firmalardan araç nezdinde eksper raporu alması gerekmektedir. Ekspertiz raporu MADDE 14 – (1) (Değişik: RG-8/9/2018-30529) Yetki belgesine sahip işletme tarafından ikinci el otomobil veya arazi taşıtı satışından hemen önce ekspertiz raporu alınır ve raporun bir nüshası satış esnasında alıcıya teslim edilir. Ekspertiz raporunun ücreti, satış işleminin alıcıdan kaynaklanan bir nedenle gerçekleşmemesi durumunda alıcı, diğer hallerde yetki belgesine sahip işletme tarafından ödenir.   Nitekim, ekspertiz incelemesi yapılmış olsa dahi, ekspertiz raporunda belirtilmemiş ayıplar çıkmaktadır. İşbu ayıplara karşı alıcı, araçta meydana gelen ayıpları makul süre içerisinde satıcıya bildirme külfeti altındadır. Ekspertiz incelemesi yapılan aracın ekspertiz raporunda belirtilmemiş bir ayıp çıkması halinde ise ekspertiz şirketinin de ayrıca sorumluluğu doğacaktır. Her ne kadar ikinci el ticareti ile uğraşanlara eksper raporu alındırılması zorunlu kılınmış olsa dahi yönetmelikte,
  • 8 yaş üstü ve 160.000 km üzerindeki araçlar için ekspertiz raporunun alındırılması zorunluluğu şart kılınmamıştır.
Yönetmelik kapsamında alınması zaruri ekspertiz raporunda taşıtın motor, şanzıman, tork konvektörü, diferansiyel ve elektrik sistemi için herhangi bir arıza veyahut sorun olduğu yazılmamış ise de galerinin sorumluluğubu tür sorunlar yönetmelikte garanti kapsamına alınarak ayıplı kabul edilmektedir. Bu sebeple, satış tarihinden itibaren 3 ay veya 5.000 km’ye kadar bu tür ayıplar garanti kapsamında olup, azami 30 gün içinde işletme tarafından giderilmek zorundadır. Garanti süresi bittikten sonra meydana gelen arızılar için, alıcı işletmeye arızayı makul süre içerisinde bildirerek, Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanunda belirtili seçimlik haklarından yararlanabilecektir. Yönetmeliğin 14. maddesinin 5. fıkrasında ekspertiz raporunu düzenleyen kişilerin taşıtın gerçek durumunun yansıtılmamasından dolayı meydana gelecek durumlarda sorumlu olduğunu belirtmesi eksper firmalarının hukuki ve cezai durumlarını meydana getirmektedir. Bu sebeple, tüketici ekspertiz raporunda arıza belirtilmemiş olmasına karşın esasen taşıtta arızanın olması durumlarında işletmeye yöneltilecek seçimlik hakları dışında ayrıca ekspertiz firmaya zararın giderilmesi talebinde bulunabilecek olup, nitelikli dolandırıcılıktan ötürü de suç duyurusunda bulunabileceği kuşkusuzdur. Nitekim gizli ayıplar haricinde, satış tarihinde ekspertiz raporunda belirtilen arıza ve hasarlar, aracın olağan kullanımı veya hatalı kullanımı sebebiyle meydana gelen kayışlar vb. haller, bakım ve muayene yapılmadığı gerekçesiyle meydana gelen hasarlardan ötürü satıcının sorumluluğu meydana gelmeyecek olup bu tür arıza ve hasarların yönetmelik kapsamı dışında bırakıldığı kararlaştırılmıştır.    Peki Galerinin Sorumluluğunda Olan Gizli Ayıp Halinde Tüketicinin Seçimlik Hakları Nelerdir? Ayıbın garanti kapsamı süresi bittikten sonra ortaya çıkmış olması halinde tüketici satıcıya yazılı veya şifahi yol ile bildirimde bulunarak, kanunda belirtilen seçimlik haklarından yararlanabilir. Dolayısıyla, tüketici dilerse, 
  1. Aracın Ücretsiz Onarımı
  2. Ayıp Oranında Bedel İndirimi İsteme
  3. Aracın Değiştirilmesini
  4. Aracın iadesi ile Sözleşmeden Dönme haklarından birini kullanabilir. Kullanılan tercihin satıcı tarafından yerine getirilmesi zorunludur. 
Tüketici, seçimlik ayıbı ve seçimlik hakkını satıcıya bildirmesine rağmen, satıcı bu yükümlülüğü yerine getirmezse genel mahkemelerde dava ikame edilebilecektir.    Av. Tuğçe Aslan
Ceza Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 21 Nisan 2020

5549 Sayılı Kanun ve 19/A maddesi ile Hesaba Bloke

  1. 5549 Sayılı Kanun’un Kabulü ve MASAK
Suç örgütlerince hukuka aykırı yollar ile iktisap edilen paranın kaynağının meşru gösterme faaliyeti karapara aklama olarak addedilmiş olup hukuk sistemimizde buna ilişkin birçok kuruma yetki tanınarak önleme faaliyetleri sürdürülmektedir. Nitekim, 11.06.2006 tarihinde suç gelirlerinin aklanmasının önlenmesi amacıyla Suç Gelirlerinin Aklanmasının Önlenmesi Hakkında Kanun kabul edilmiştir. Bu kanun uyarınca, Mali Suçları Araştırma Kurulu Başkanlığı (MASAK) kurularak, spesifik olarak suç gelirlerinin aklanmasına ve terör finansmanına yönelik şüpheli faaliyetlerin araştırılması hedeflenmiştir.   
  1. Yükümlüler ve Şüpheli İşlemin MASAK’a Bildirilme Zorunluluğu
5549 Sayılı Kanun’da aklama suçuna TCK’nın 282. maddesine atıf yapılması ile yer verilmiştir. Nitekim MASAK tarafından soruşturulacak husus esasen TCK uyarınca düzenleme altına alınmış olup işbu kanun dışılıkla mücadele için ayrıca yetkilendirilen Mali Suçları Araştırma Kuruluna, kanunda belirtilen yükümlüler tarafından şüpheli işlem veya eylemler bildirilecektir. MASAK’a bilgi verme yükümlülüğünde bulunan kurum ve kuruluşlar ise Suç Gelirlerinin Aklanmasının ve Terörün Finansmanının Önlenmesine Dair Tedbirler Hakkında Yönetmeliğin 4. maddesinde sırasıyla sayılmış olup bankalar da işbu yükümlülerin başında gelmektedir. Bilhassa yükümlüler tarafından veya yükümlüler aracılığıyla yapılmaya veya yapılmaya teşebbüs edilen; örneğin uzun süredir pasif hesaba yüklü miktar para girişi veya sık para transferi gibi işlemlerin şüpheli olduğunun tespit edilmesi halinde MASAK’a bildirim yapılması zorunlu kılındığından, bankalar bu işlemi tespit ettiği taktirde, şüphenin doğumundan en geç 10 iş günü içinde MASAK’a bildirmek zorundadır.  1Madde 282. Alt sınırı altı ay veya daha fazla hapis cezasını gerektiren bir suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini, yurt dışına çıkaran veya bunların gayrimeşru kaynağını gizlemek veya meşru bir yolla elde edildiği konusunda kanaat uyandırmak maksadıyla, çeşitli işlemlere tâbi tutan kişi, üç yıldan yedi yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. 2 Bankalar, bankalar dışında banka kartı veya kredi kartı düzenleme yetkisini haiz kuruluşlar(..) 3 Bkz: Yön. Madde 28/2.   
  1. MASAK tarafından Hesaba Konulan Bloke 
5549 Sayılı Kanun’un 19/A maddesi uyarınca, kanunda sayılan yükümlüler nezdinde, örneğin bankada veya banka aracılığı ile yapılmış/işleme devam olunan yasa dışı bahis ile elde hukuka aykırı geliri aklama veya teröre finansman suçu ile ilişkili olduğuna dair şüphenin mevcut olması akabinde MASAK’a bildirim yapıldıktan sonra işlemin analizi veya yetkili Cumhuriyet Başsavcılığına intikalini sağlamak amacıyla 7 gün itibari ile işlemler askıya alınabilmektedir. Nitekim, aynı kanunun 17. Maddesinde de el koyma düzenlenmiş olup, aklama ve terörün finansmanı suçunun işlendiğine dair kuvvetli şüphe bulunan hallerde de malvarlığı değerlerine el konulabileceği düzenlendiğinden, işbu şüphenin varlığı halinde uygulamada MASAK tarafından hesaba bloke konulduğu görülmektedir. Her ne kadar kanunda askıya alınma tarihinin 7 gün olduğu ifade edilmiş ise dahi günümüz uygulamasında bloke işlemi daha uzun bir vadeye yayıldığı tartışmasızdır. MASAK tarafından bloke işlemi uygulaması ile devam olunan soruşturma neticesinde TCK kapsamında nitelendirilen bir suç oluştuğunun tespit edilmesi ile Cumhuriyet Başsavcılığına bildirimde bulunacaktır.   
  1. Hesaba Konulan Blokenin Kaldırılması ve İtiraz
MASAK tarafından hesaba konulan blokenin kaldırılması amacıyla mağdur veya şüpheli kuruma başvurarak bilgi verilmesini ve blokenin kaldırılmasını talep etmektedir. Nitekim, suç gelirlerinin aklanması ve terörün finansmanın önlenmesi amacıyla soruşturmanın gizli yürütüldüğü sebebiyle MASAK ve bahse konu banka bilgi vermekten kaçındığından birçok vatandaşın hesaplarındaki bloke ya kaldırılmamaktadır ya da kaldırılması uzun sürmektedir.   Av. Tuğçe Aslan   Bilgi alma ve bloke kaldırma işlemlerinin detayları için bize ulaşabilirsiniz.    
Genel Hukuk
By Av. Mustafa Kemal Batur / 12 Nisan 2020

Kira Sözleşmesinin Sona Ermesi ve Kiralananın Tahliyesi

  Kira sözleşmesi, kiraya verenin bir şeyin kullanılmasını veya kullanmayla birlikte ondan yararlanılmasını kiracıya bırakmayı, kiracının da buna karşılık kararlaştırılan kira bedelini ödemeyi üstlendiği sözleşmedir.  Türk Borçlar Kanunu madde 327 ve devamındaki genel hükümlere göre kira sözleşmeleri şu şekilde sona erebilir:
  • Sözleşmede bir süre belirlenmişse, sürenin sona ermesi ile kira sözleşmesi kendiliğinden sona erer. Taraflar bir anlaşma yapmadan kira ilişkisini sürdürürlerse, kira sözleşmesi belirsiz süreli sözleşmeye dönüşür. 
  • Bir diğer fesih türü olağanüstü fesihtir. Kanunda önemli sebepler, kiracının iflası ve kiracının ölümü  olağanüstü fesih sebepleri olarak sayılmıştır. Taraflardan her biri, kira ilişkisinin devamını kendisi için mümkün olamayacağı pek önemli sebeplerin varlığı halinde kanundaki bildirim süresine uyarak sözleşmeyi sona erdirebilir. Örneğin, atama veya görev yeri değişikliği gibi sebeplerle başka bir şehre taşınması gereken kişiler için bu durum önemli bir sebep olabilir. İler sürülen sebeplerin olağanüstü fesih sebebi olup olamayacağını hakim takdir eder. Kiracının ölmesi halinde, mirasçıları, fesih bildirim sürelerine uygun olarak sözleşmeyi sona erdirebilir.  
KONUT VE ÇATILI İŞYERİ KİRA SÖZLEŞMELERİNİN SONA ERME BİÇİMLERİ Türk Borçlar Kanunu Madde 339 : (1) Konut ve çatılı işyeri kiralarına ilişkin hükümler, bunlarla birlikte kullanımı kiracıya bırakılan eşya hakkında da uygulanır. Ancak bu hükümler, niteliği gereği geçici kullanıma özgülenmiş taşınmazların altı ay ve daha kısa süreyle kiralanmalarında uygulanmaz.                 (2) Kamu kurum ve kuruluşlarının, hangi usul ve esaslar içinde olursa olsun yaptıkları bütün kira sözleşmelerine de bu hükümler uygulanır. Hükme bakıldığında konut ve çatılı işyerlerinin uygulama alanının belirlendiği görülüyor ancak kanunda ‘konut ve çatılı işyeri’ teriminin neyi kastettiği belirtilmemiştir. Zaten konutun niteliği gereği belli bir koruma sağlaması ve çevresel etkilere karşı koruyucu bir özelliğinin bulunması gerekir. Taşınır eşya şeklindeki çadır, baraka, karavan gibi eşyaların da konut olarak nitelendirilmemesi genel olarak kabul edilen görüştür. Bir oda kirasının konut kirası sayılması mümkündür Çatılı işyerine ilişkin ise özellikle işyeri olarak kullanılıyor olması aranır. Türk Borçlar Kanunu’nun 347-356. Maddelerinde konut ve çatılı işyeri kiralarında sözleşmenin sona ermesine ilişkin hükümler yer almaktadır. Bu maddelere göre konut çatılı işyeri kira sözleşmeleri bildirim veya dava yani tahliye yoluyla sona erdirilebilir. 
  • Konut ve çatılı işyeri kiralarında sözleşme belirli bir süre için yapılmışsa kiracı, öngörülen sürenin bitiminden en az 15 gün önce bildirimde bulunmak şartıyla sözleşmeyi sona erdirebilir. Herhangi bir bildirimde bulunmaz ise sözleşme aynı koşullarla 1 yıl için uzatılmış sayılır. Kiraya veren, sözleşme süresinin bitimine sebep göstererek sözleşmeyi sona erdiremez. Ancak, 10 yıllık uzama süresi sonunda (yani sözleşme sona erdiği tarihten itibaren 10 uzama yılı) kiraya veren, uzayan her yılın bitiminde en az 3 ay önce bildirimde bulunmak koşuluyla, sözleşmeyi sona erdirebilir.
  • Belirsiz süreli kira sözleşmelerinde ise kiracı her zaman, kiraya veren ise kira ilişkisinin başlangıcından 10 yıl geçtikten sonra genel hükümlere dayanarak (kiracının temerrüdü, kiracının özenle kullanma ve komşulara saygı gösterme borcunu ihlali, önemli sebeplerle veya kiracının iflası nedeniyle olağanüstü fesih halleri) fesih bildirimi ile sözleşmeyi sona erdirebilirler. 
  • Fesih bildirimi mutlaka yazılı şekilde yapılmalıdır. 
  KİRALANANIN TAHLİYESİ  Kiralananın tahliyesine ilişkin sebepler kanunda sınırlı olarak sayılmıştır. Bu sebepler kiracı ve kiraya veren yönünden ayrı ayrı ele alınmıştır. Kiraya veren kira sözleşmesini; 1. Kiralananı kendisi, ailesi veya bakmakla yükümlüğü olduğu diğer kişilerin gereksinimi için kullanma zorunluluğu varsa 2. Kiralananın yeniden inşası için esaslı onarım yapılması gerekiyor ve bu süreçte kullanımı imkansızsa,  Dava açarak sözleşmeyi sona erdirebilir.   Kiralananı sonradan satın alan yeni malik, onu kendisi veya ailesinin gereksinimi için kullanma zorunluluğu varsa tahliye davası açabilir.    YARGITAY KARARLARI Yargıtay 6. Hukuk Dairesi 2015/3643E. 2016/537K.   “..Taraflar arasındaki çatılı yere dair yapılan kira sözleşmesinin 01.07.2000 başlangıç tarihli ve iki yıl süreli olduğu, kira sözleşmesinin süre sonunun 31.06.2002 tarihi olduğu, 10 yıllık uzama süre sonunun ise 31.06.2012 tarihi olduğu anlaşılmaktadır. 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe girmiş olup yürürlük tarihinde 10 yıllık uzama süresi dolduğundan Türk Borçlar Kanunu 347. maddesinin taraflar yönünden uygulanabilirliği 6101 Sayılı Kanun’un geçici 2. maddesi uyarınca 01.07.2014 tarihinde başlamaktadır. Buna göre davacı kiralayanların 01.07.2014 tarihinden en az 3 ay öncesinde yani 01.04.2014 tarihinde kiracıya ulaşmak üzere ihtarname göndermesi gerekmektedir”  Yargıtay 3. Hukuk Dairesi 2017/7129E. 2017/17713K. ‘..Davacı 24.03.1994 başlangıç tarihli sözlü kira sözleşmesine dayanarak TBK' nun 347. maddesi gereğince sözleşmenin sona ermesi sebebiyle tahliye isteminde bulunmuştur. Davalı sözleşmenin başlangıcına karşı çıkmamıştır. Bu durumda uyuşmazlığın TBK' nun 347/2 maddesinde düzenlenen belirsiz süreli kira sözleşmesinin sona ermesi hükümlerine göre çözümlenmesi gerekir. TBK' nun 347/2. maddesi maddesi gereğince belirsiz süreli kira sözleşmelerinde, kiracı her zaman, kiraya veren ise kiranın başlangıcından on yıl geçtikten sonra, genel hükümlere göre fesih bildirimiyle sözleşmeyi sona erdirebilir. Davacı tarafından davalıya gönderilen 05.01.2015 tarihli ihtarı davalıya 09.01.2015 tarihinde tebliğ edilmiş dava ise 23.10.2015 tarihinde açılmıştır. TBK' nun 328/son maddesinde;"Sözleşmede veya kanunda belirtilen fesih dönemine veya bildirim süresine uyulmamışsa, bildirim bir sonraki fesih dönemi için geçerli olur." düzenlemesi bulunmaktadır. Bu durumda davalıya 09.01.2015 tarihinde tebliğ edilen ihtar TBK' nun 328/son maddesi uyarınca bir sonraki fesih dönemi için geçerli olacağından, fesih bildiriminin altı aylık kira döneminin sonu için üç aylık fesih bildirim süresine uyularak yapıldığı ve davanın süresinde açıldığı anlaşılmakla işin esasının incelenmesi gerekirken, davanın süre yönünden reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.   Beyzanur Kılıç / Batur Bölükbaşı
Yabancı ve Vatandaşlık Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 12 Nisan 2020

Tanıma – Tenfiz Nedir ve Ülkemiz Yasalarında Şartları Nelerdir?

  Tanıma tenfiz davası, yabancı ülke mahkemesinde verilen bir kararın ülkemizde de geçerli olabilmesi için açılan dava türüdür. Bu davayı açmadan yabancı ülke mahkemesinden alınan kararın Türkiye’de geçerliliği olmaz.  Maddi ve şekli anlamda kesin hüküm teşkil eden yabancı mahkeme kararları için tanıma tenfiz yapılabilir.    TENFİZ Tenfiz , yabancı bir mahkeme kararının icrai etkilerinin ülkemizde icra edilebilmesi demektir.  Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun  Tenfiz Kararı MADDE 50 – (1) Yabancı mahkemelerden hukuk davalarına ilişkin olarak verilmiş ve o devlet kanunlarına göre kesinleşmiş bulunan ilâmların Türkiye'de icra olunabilmesi yetkili Türk mahkemesi tarafından tenfiz kararı verilmesine bağlıdır.                                                 (2) Yabancı mahkemelerin ceza ilâmlarında yer alan kişisel haklarla ilgili hükümleri hakkında da tenfiz kararı istenebilir. Hukuki yararı bulunan herkes tenfiz talebinde bulunabilir. Tenfiz istemine ilişkin dilekçede kararın verildiği devlet ve mahkemesi, karar numarası, kararın özetine ilişkin bilgiler yer almalıdır. Kararın tamamı değil de bir kısmının tenfizi isteniyorsa tenfizi istenilen kısım açıkça belirtilmelidir.    Tenfiz Kararında Görevli ve Yetkili Mahkeme  Tenfiz kararlarında görevli mahkeme asliye hukuk mahkemeleridir. Yetkili mahkeme ise, kişinin Türkiye’deki yerleşim yeri mahkemesidir. Kişinin Türkiye’de yerleşim yeri yoksa Ankara, İstanbul, İzmir mahkemelerinden birinden tenfiz istenebilir.    TENFİZ ŞARTLARI:  1. Mütekabiliyet Şartı (Yani Türkiye Cumhuriyeti ile ilâmın verildiği devlet arasında karşılıklılık esasına dayanan bir anlaşma yahut o devlette Türk mahkemelerinden verilmiş ilâmların tenfizini mümkün kılan bir kanun hükmünün veya fiilî uygulamanın bulunması.) 2. Hükmün açıkça kamu düzenine aykırı olmaması  3. İlâmın, Türk mahkemelerinin münhasır yetkisine girmeyen bir konuda verilmiş olması veya davalının itiraz etmesi şartıyla ilâmın, dava konusu veya taraflarla gerçek bir ilişkisi bulunmadığı hâlde kendisine yetki tanıyan bir devlet mahkemesince verilmiş olmaması 4. Savunma hakkı. O yer kanunları uyarınca, kendisine karşı tenfiz istenen kişinin hükmü veren mahkemeye usulüne uygun bir şekilde çağrılmamış veya o mahkemede temsil edilmemiş yahut bu kanunlara aykırı bir şekilde gıyabında veya yokluğunda hüküm verilmiş ve bu kişinin yukarıdaki hususlardan birine dayanarak tenfiz istemine karşı Türk mahkemesine itiraz etmemiş olması Tenfiz Dilekçesine Eklenecek Belgeler ise şunlardır: 1.  Yabancı mahkeme ilâmının aslı veya onaylı bir örneği  2. İlâmın kesinleştiğini gösteren bir belge ve onaylı tercümesi. Tenfiz istemini kabulü veya reddi halinde kanun yoluna başvurulabilir. Tenfizine karar verilen yabancı mahkeme hükümleri, Türk mahkemeleri tarafından verilmiş kararlar gibi icra olunur.   TANIMA Tanıma, yabancı bir mahkeme kararının kesin hüküm niteliğinin ülkemizde geçerli olması, sağlanması demektir. Yabancı mahkeme kararı için tanıma kararı verilmesi için yukarıda tenfize ilişkin açıklanan şartların sağlanması gerekmektedir. Ancak burada farklı olarak mütekabiliyet şartı aranmamaktadır. Tanıma kararı sonrasında kesinleşmenin etkisi yabancı mahkeme nezdinde verilen karar tarihinden itibaren hüküm ifade eder.   YARGITAY KARARLARI Yargıtay 3. Hukuk Dairesi 2016/20654E. 2018/10592K.  ‘..Bu durumda, yabancı mahkemelerce verilen nafakaya ilişkin ilamların Ülkemizde icra edilebilmesi için Türk mahkemelerince verilecek bir kararla tanınması ve tenfizi ulusal ve uluslararası mevzuata göre zorunlu bulunduğundan; mahkemece, işin esasına girilerek oluşacak sonuç dairesinde hüküm kurulması gerekirken; belirtilen uluslararası sözleşme hükümlerine göre nafakaya ilişkin yabancı mahkeme ilamını Türkiye'de doğrudan icra ettirebilme imkanı bulunan davacının tanıma ve lenfiz talep etmesinde hukuki yararı bulunmadığı gerekçesiyle, yazılı şekilde davanın reddine ilişkin hüküm kurulmuş olması usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir…’ Yargıtay 8. Hukuk Dairesi 2010/7122E. 2011/5353K. “Yabancı kararla ilgili tanıma ve tenfiz kararı verilmedikçe veya bu yönde açılan dava reddedildiği takdirde o karar, Türkiye’de Türk hukuk sistemi açısından hukukî sonuç doğurmaz.” Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu 2010/1E. 20112/1K. "Tenfiz hâkiminin yabancı mahkeme ilamının maddi hukuk bakımından doğruluğunu inceleme ve değerlendirme yetkisi yoktur. Bu yasak çerçevesinde, tenfiz hakiminin ilamda mevcut olan bir gerekçeyi inceleyip değerlendirmesi de söz konusu olamaz. İlamda bir gerekçenin bulunması veya bulunmaması ilamda yer alan hükmün kamu düzenine aykırılığını belirlemede önem taşımamaktadır. Anayasanın 141. maddesinin yargılama usulüne ilişkin olarak koyduğu ilkelerin, münhasıran Türk mahkemeleri için geçerli olacağı açık ve tartışmasızdır. Yabancı mahkeme ilamının hüküm fıkrasının uygulanmasıyla, kamu düzenine aykırı sonuçları doğuracak yabancı mahkeme kararlarının tenfizi olanaklı değildir. Yabancı mahkeme kararlarının salt gerekçesinin bulunmamasının kesinleşmiş yabancı mahkeme kararının tenfizine engel olmayacağı ve bu hususun 5718 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanunun 54/c maddesi anlamında kamu düzenine açıkça aykırılık sayılmayacağına karar verilmiştir."   Beyzanur Kılıç / Batur Bölükbaşı
İş Hukuku
By Av. Mustafa Kemal Batur / 12 Nisan 2020

COVID-19 ve İŞ KAZASI, MESLEK HASTALIĞI YÖNÜNDEN İNCELEME

5510 Sayılı kanun kapsamında düzenleme altına alınmış olan iş kazası deyimi, iş yerinde veyahut işyeri sınırları içerisinde meydana gelen kazanın veya olayın işçiye fiziken veya ruhen zarar vermesi anlamına gelmektedir. Nitekim, işyerinde meydana gelebilecek fiziki ve sosyal risklere karşı işverenler tarafından önlem ve tedbirlerin alınması zorunlu olup; çalışma hayatındaki risk ve faktörlerin sonuçlarından etkilenen sigortalıyı koruma amacı ile düzenlenmiş hükümlere göre, iş kazası sonucunda sigortalıya veyahut hak sahiplerine belirli ödenekler bağlanmaktadır. Kanun koyucu 4a(sigortalı) ve 4b(bağkur) bakımından sigortalılık ilişkisinde iş kazası sayılabilme hallerini ayrı ayrı değerlendirmiştir.   4a’lar (sigortalılar) için iş yeri kavramının nelere karşılık geldiği 5510 Sayılı kanunda açıklanmıştır;
  • Sigortalının işyerinde bulunduğu sırada,
  • İşveren tarafından yürütülmekte olan bir iş nedeniyle,
  • Bir işverene bağlı olarak çalışan sigortalının, görevli olarak iş yeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini yapmaksızın geçen zamanda,
  • Emziren kadının çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanda,
  • İşverence sağlanan taşıtla işin yapıldığı yere gidiş geliş sırasında 
  4b’liler (bağkur) için iş yeri kavramının nelere karşılık geldiği 5510 Sayılı kanunda açıklanmıştır;
  • Sigortalının işyerinde bulunduğu sırada,
  • Yürütmekte olduğu iş nedeniyle işyeri dışında bulunduğu esnada,
Kişinin geçirmiş olduğu olayın veya kazanın iş kazası olarak nitelendirilerek, iş kazası sigortalılığından yararlanabilmesinin ön koşulu, İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Kanun bakımından sigortalı sayılmasıdır. Ancak bu kanunda yine düzenlendiği üzere, 5510 Sayılı Kanun’a göre sigortalı sayılmasa dahi;
  • Hizmet akdi ile çalışmasa bile ceza infaz kurumları ile tutukevlerinin atölyelerinde çalışan hükümlü ve tutuklular,
  • İşyerinde meslek eğitimi gören çıraklar ve meslek lisesi öğrencileri, yükseköğrenim sırasında staj yapan öğrenciler, 
  • Üniversitede kısmi zamanlı çalışan öğrenciler, harp malulleri ve terörler mücadele kanunu kapsamında vazife malullüğü aylığı almakta iken tekrar sigortalı bir işte çalışmaya başlayanlar, 
  • Türkiye İş Kurumu tarafından meslek edinme kursuna tabi tutulunlar,
  • Sosyal güvenlik sözleşmesi olmaksızın ülkelerde iş üstlenen yurtdışındaki işyerlerinde çalışmak üzere götürdükleri Türk işçileri, tarım ve orman işlerinde süreksiz çalışanlar,
  • Ticari taksi, dolmuş ve benzeri nitelikteki şehir işçi toplu taşıma aracı işyerlerinde çalışanlar ile kısmi süreli sözleşmelerde çalıştırılan sanatçılar ile ev hizmetlerinde çalıştırılanlara da iş kazası sigortası uygulanmaktadır. 
Bunun yanı sıra, 5510 Sayılı kanun, meydana gelen zararın sigortalıyı engelli hale getirecek ölçüde olması şartını aramakta olup, sigortalıya ruhsal veya bedensel olarak zarar vermemiş ve bu sebeple de kurumun müdahalesini gerektirmemiş olayları iş kazası olarak nitelendirmemektedir. Ancak bahsedilen bu zarara bağlı engellilik durumu olay veya kaza anında çıkmak zorunda değildir, sonraki zamanlarda da ortaya çıkabilir. Sonraki zamanlarda ortaya çıkan engellilik durumunun kaza ile ilişkisinin ortaya koyulduğu taktirde kişi yine iş kazası halinde sağlanan haklardan yararlanabilecektir. İş kazasının tespiti Sağlık Kurulu Raporu ile tespit edilecek olup Sağlık raporuna karşı itirazda bulunulması halinde Yüksek Sağlık Kurulu maluliyet hakkında yeniden değerlendirme yapacaktır.   Peki Sağlık Kurulu Raporları ve Yüksek Sağlık Kurulu raporları arasında da çelişki olması halinde ne yapılacaktır?  Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 17.02.2010 gün ve 2010/21-60 Esas, 2010/90 Karar sayılı kararında, ‘’Adli Tıp Kurumu Başkanlığı’nın ilgili ihtisas kurulu ile üniversitelerin tıp fakülteleri ilgili bilim dalı başkanlıklarınca ya da S.S. Yüksek Sağlık Kurulu’nca düzenlenen raporlar arasında çelişkinin mevcut olması halinde, çelişkinin Adlî Tıp Kurumu Başkanlığı Adli Tıp Genel Kurulu tarafından giderilerek, sigortalının sürekli iş göremezlik oranı ve başlangıç tarihi kesin olarak karara bağlanması da zorunludur. İbaresine yer verilmiş olduğundan, uygulamada Sağlık Kurulu ve Yüksek Sağlık kurulu raporları arasında oran uyuşmazlığı olması halinde maluliyet oranın tespiti amacıyla Adli Tıp İhtisas Kurulundan nihai rapor alındırılarak çelişki giderilmektedir.  

BİR İŞÇİNİN İŞYERİNDE ÇALIŞIRKEN KORONAVİRÜSE YAKALANMASI İŞ KAZASI SAYILABİLİR Mİ?

Küresel salgın olarak ilan edilen Covid – 19 Hastalığı ülkemizde de oldukça yaygınlaşmış olup koronavirüsün solunum ve temas ile hızlıca bulaşabiliyor olması işverenlerin işyerlerinde sıkı tedbirler almasını zaruri kılmıştır. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı resmi internet sitesinde ‘’İşyerlerinde Koronavirüse Karşı Alınması Gerekli Önlemler’’ başlıklı bir bildiri yayınlayarak, işyerinde alınması gerekli önlem ve tedbirleri ilan etmiştir. Nitekim, akla gelen en önemli sorulardan birisi, önlemlerin alınmış olmasına karşı işyerinde çalışan işçinin koronavirüse yakalanması halinde bu hususun iş kazası olarak nitelendirilip nitelendirilmeyeceğidir. Bu bildiriye göre işyerleri, hazırlık ekibi ile hijyen ve temizliğe ilişkin gerekli çalışmaları yürüterek, şüpheli vakalarda izolasyon ve karantina prosedürünü uygulamak zorundadırlar. Koronavirüse karşı henüz geliştirilen bir aşı olmaması dolayısıyla, işe giriş ve çıkışlarda işçilerin ateşinin temassız ateş ölçer ile ölçülmesi gerektiği ve işçiler arasındaki sosyal mesafenin çalışma anında ve mola zamanlarında korunması gerektiği de ayrıca bildirilmektedir. Bildiride, iş nedeniyle yurtdışında bulunmuş kişinin ülkeye dönüşü ile 14 gün karantina kuralına uymasının zorunlu olduğu belirtilerek, toplantılara ilişkin de düzenlemeler getirilmiş, toplanmaların ertelenmesi gerektiği veyahut az katılımcı ile gerçekleştirilerek her ihtimalde toplantıya katılan kişilerin, ziyaretçilerin, organizatörlerin tüm iletişim bilgileri 1 ay boyunca saklanması gerektiği ifade edilmiştir.  Nitekim, ilgili bildirim gereği, işyerinde koronavirüse karşı önlem ve tedbirlerin alınmaması nedeniyle işçinin koronavirüse yakalanmasının iş kazası olarak nitelendirilebileceği gündeme gelecektir. Örneğin, işçinin çalışma sırasında koronavirüse yakalanması, yurtdışından dönen işçinin 14 gün karantina kuralına uymaksızın iş yerinde çalışması ile çalışanlarda semptomlara rastlanılması gibi somut olay bazında değerlendirilecek olayların İş Sağlığı ve Güvenliği Kanuna göre, meydana gelen olay ile zarar arasında illiyet bağının da varlığı sabit olması halinde iş kazası olarak nitelendirileceği tartışmasızdır. Yargıtay 21. Hukuk Dairesi 2018/ 5018 E. 2019/ 2931 K. sayılı kararının, günümüzde yaşanan koronavirüs salgını sebebiyle işyerinde koronavirüse yakalan işinin iş kazası geçirip geçirmediğine yönelik durumu aydınlatacağı kesindir. İlgili kararda, Ukrayna’ya sefere gönderilen tır şoförünün Türkiye’ye giriş yaptıktan sonra semptom göstermesi ile hastaneye başvurduğu akabinde şoförde H1N1 virüsünün tespit edildiği, kuluçka süresinin hesabı ile virüsün iş nedeniyle gittiği yurtdışında bulaştığına yönelik kanaat oluşturularak şoförün ölümünü iş kazası olarak nitelendirmiştir. İlgili Yargıtay kararından yola çıkıldığında, işyerlerinde işçilere yönelik önlem ve tedbirin alınmaması nedeniyle işçinin koronavirüse yakalanarak hayatını kaybetmesi durumunun iş kazası sayılabileceği düşünülmektedir.   

KORONAVİRÜSE YAKALANMANIN İŞ KAZASI SAYILMASI HALİNDE İŞÇİNİN veya HAK SAHİPLERİNİN HAKLARI NELERDİR?

4857 Sayılı Kanun’un 24 maddesinde işçinin derhal fesih hakkı düzenlenmiş olup iş kazası geçiren ve kusuru bulunmayan işçinin iş akdini haklı nedenle feshederek kıdem tazminatına hak kazanacağı Yargıtay kararları uyarınca sabittir.  Bkz: Yargıtay 22. Hukuk Dairesi 29.04.2014 2014/ 25415 E. 2014/26000 K sayılı kararı; ‘’Dosya içindeki bilgi ve belgelerden davacının işyerinde geçirmiş olduğu iş kazası sonrası davalı işverenden şikayetçi olması üzerine Sakarya 1. Sulh Ceza Mahkemesinde taksirle yaralama suçu nedeniyle yapılan yargılama sırasında alınan bilirkişi raporunda davalı işverenin işyerinde iş sağlığı ve güvenliği konusunda önlemleri almaması sebebiyle asli kusurlu olduğu kanaatinin beyan edildiği, yine aynı iş kazasına ilişkin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Müfettişliği tarafından işyerinde yapılan 26.01.2010 tarihli denetim raporunda, davalı işverenin iş kazası nedeniyle tam kusurlu olduğu, davacının ise kusurunun bulunmadığı, işyerinin elektrik ve topraklama tesisatlarında on ayrı hususta eksiklik tespit edildiği, bu raporun davacının iş sözleşmesini feshettiği tarihten aylar sonra alınmasına rağmen davacının feshe gerekçe gösterdiği işçinin sağlığını bozacak hususlara karşı davalı işverence önlem alınmadığı, 4857 sayılı Kanun'un fesih tarihi itibariyle yürürlükte olan 83. maddesine göre işyerinde iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili tedbir alınmamasının işçiye haklı fesih hakkı tanıdığı, davacının işyerinde elektrik çarpması sebebiyle yaşadığı iş kazasına rağmen davalı işverence gerekli tedbirlerin alınmaması üzerine iş sözleşmesinin davacı işçi tarafından haklı sebeple feshedildiği anlaşılmış olup, mahkemece kıdem tazminatı talebinin kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması hatalı olmuştur.’’ Nitekim, işbu işçilik alacakları saklı kalmak kaydıyla ve ayrıca koronavirüsün iş kazası sayılması halinde sigortalının veya hak sahiplerinin kusur ve iş göremezlik oranlarına göre talep edebileceği haklar şöyledir;
  • 5510 Sayılı Kanun’un sağladığı haklar;
Koronavirüse yakalan işçinin meydana gelen zarara yönelik olarak iş göremezliğin meydana gelmesi halinde, geçici iş göremezlik süresince işçiye günlük geçici iş göremezlik ödeneği, sigortalının sürekli iş göremezliğinin mevcut olması halinde ise sürekli iş göremezlik ödeneği bağlanmaktadır. Koronavirüse yakalanması sebebiyle ölen işçinin mirasçılarına ise ayrıca iş kazası sigortası kapsamında gelir bağlanması söz konusu olacaktır. Yine, gelir bağlanmış kız çocuklarına bu sigorta kapsamında ayrıca evlenme ödeneği de verilmektedir.
  • Maddi ve Manevi tazminat hakkı;
5510 Sayılı Kanun’a göre geçici iş göremezlik ve kalıcı iş göremezliğin Sağlık Kurulu raporu ile tespit edilmesi halinde Sosyal Sigortalar Kurumu tarafından işbu ödeneğe hak kazanan sigortalı veyahut hak sahiplerine yapılan ödemeler haricinde, sigortalını maruz kaldığı iş kazası sebebiyle işverene karşı yöneltilecek tazminat talepleri de ayrıca gündeme gelecektir. Nitekim, sigortalı nezdinde sürekli iş kaybının meydana gelmediği düşünülse dahi ruhen veya bedenen bir zarara uğradığı tartışmasızdır. Bu sebeple işveren, iş sağlığı ve güvenliği kanuna aykırı hareket ederek, gerekli önlem ve tedbirleri almaktan kaçınması durumun mevcut olduğu hallerde, sosyal sigorta kapsamında sağlanan haklar dışındaki zararların giderilmesi gerekecektir. Kaldı ki bu husus, sosyal devlet olmanın bir gereğidir. Borçlar Kanunun 53. maddesinde, ölenin desteğinden yoksun kalan kişilerin uğradıkları kayıpları ölüm ve bedensel zararlar içinde sayarak, kişilerin destekten yoksun kaldığı gerekçesiyle tazminat talebinde bulunabileceği düzenlenmiştir. Nitekim, işbu tazminat sorumluluk hukuku ilkelerine göre tatbik edilmekle birlikte sigortalıya veya sigortalının hak sahiplerine 5510 Sayılı Kanun’un sağlamış olduğu haklar ve ödemeler göz önünde bulundurularak tazminat tutarı belirlenmektedir. Dolayısıyla, kusur oranları değerlendirilerek, çalışma kaybı gücü veyahut ölüm sebebiyle kişinin desteğinden yoksun kalanlar bu tazminat talebini işverene yöneltebileceklerdir. Destekten yoksun kalma tazminatı dışında, Borçlar Kanunun 56. Maddesinde düzenlenen manevi tazminata ilişkin hüküm ise, bir kimsenin bedensel bütünlüğünün zedelenmesi halinde gündeme gelmektedir. İş kazası nedeniyle bedensel zarara uğrayan ve bunun uzantısı olarak psikolojik süreçlerden geçen zarar gören işverene karşı manevi tazminat talebinde bulunabilmektedir. Ayrıca sürekli iş göremezlik raporunun alınması manevi tazminat için şart olmayıp, geçici iş göremezliğinin tespiti halinde de uygun manevi tazminata hükmedildiği görülmektedir. İş kazası sebebiyle ağır bedensel zararın veya ölümün meydana geldiği haller için ise 5510 Sayılı Kanun’un sağladığı haklar haricinde zarar görenin yakınlarına da uygun bir tazminat ödendiği kabul edilmektedir. Hülasa, koronavirüsün iş kazası olarak değerlendirilmesi halinde, işbu tazminat kalemleri yönünden işverene dava ikame edilebilme hakkı meydana geleceği tartışmasızdır.  

KORONAVİRÜSE YAKALANAN SAĞLIK ÇALIŞANLARI MESLEK HASTALIĞI SİGORTASINDAN YARARLANABİLİR Mİ?

Meslek hastalığı özetle, 5510 Sayılı kanunun 14. Maddesinde, sigortalının çalıştığı veya yaptığı işin niteliğinden dolayı tekrarlanan bir sebeple veya işin yürütüm şartları yüzünden uğradığı geçici veya sürekli hastalık, bedensel veya ruhsal engellilik halleri olarak tanımlanarak 4a(sigortalı) ve 4b(bağkur) sigortalıları bu kapsama dahil etmiştir. Yaşanan hususun meslek hastalığı sayılabilmesi için zarar ile meydana gelen olay arasında illiyet bağı kurulacak ve mutlaka sigortalının maruz kaldığı rahatsızlığın Kurum Sağlık Kurulu raporu ile belgelendirilmesi gerekecektir. Koronavirüsün ruhen ve bedenen en çok zarar verdiği kesimin hekimler ve sağlık çalışanları olduğu kesin olduğundan, Covid – 19 tanısının meslek hastalığı sayılması gerektiğine yönelik Türk Tabipler Birliğince açıklama yapılmış, kamu veya özel sağlık kuruluşlarında çalışanlar arasında herhangi bir ayrım olmaksızın Covid – 19 tanısının hekimler ve sağlık çalışanları için konulması halinde, mesleki çalışma gücünün kayıp oranına göre geçici veya sürekli iş göremezlik ödeneğinden yaralanma yolunun hızlıca açılması gerektiği vurgulanmıştır. Ayrıca, 5510 sayılı kanunun 16. Maddesinde Covid – 19 tanısının meslek hastalığı sayılması halinde hayatını kaybeden sağlık çalışanlarının desteğinden yoksun kalanlara da gelir bağlanabilmektedir. Yine gelir bağlanmış kız çocuklarına evlenme ödeneği ve ölen sigortalıya cenaze ödeneği sağlanması gibi yan haklar da bu kanun kapsamında düzenlenmiştir. Peki Kamu Sağlık Çalışanlarının Koronavirüse Yakalanması Halinde Meslek Hastalığı Sigortasından Yararlanma Hakları Var mıdır? Nitekim, meslek hastalığına ilişkin düzenleme yalnızca 4a(sigortalı) ve 4bli(bağkur) için düzenlenmiş olup, esasen 4c’li (emekli sandığı) sigortalıları kapsamamaktadır. 4c’lilerin tabi olduğu kanun olan 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 105. Maddesinde ‘’Görevi sırasında veya görevinden dolayı bir kazaya veya saldırıya uğrayan veya bir meslek hastalığına tutulan memur, iyileşinceye kadar izinli sayılır.’’ İbaresine yer vermiştir. Bu nedenle, kanunen görevleri sırasında koronavirüse maruz kalma riski çok yüksek olan kamu sağlık çalışanları için Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun vazife malullüğüne ilişkin hükümleri uygulanacak olup Sağlık Kurulu Raporu alınması ve diğer şartların oluşması ile vazife malullüğü aylığına hak kazanabilmektedirler.   Av. Tuğçe ASLAN / Batur Bölükbaşı
1 4 5 6 7 8 23